headerphoto

Gel de inkar et

2. Yol: Kendi kendine oluyor. (Evrim teorisi de bu kategoriye dahildir ve temeli buraya dayanır.)

Bu yolda da birçok imkânsızlık ve muhal mevcuttur. Numune olarak bu olanaksızlıklardan üç tanesini izah ederiz:

1. Olanaksızlık

2. Olanaksızlık

3. Olanaksızlık

 

1. Olanaksızlık:

Öncelikle kendi kendine olmanın ne demek olduğunu analiz etmekte fayda mülahaza ediyoruz.  “Kendi kendine oldu.” cümlesini parçalara ayırdığımızda olmak fiiline sorulan “nasıl” sorusuna karşılık gelen “kendi kendine” kelime öbeğinde, aslında bu fiili gerçekleştiren öznenin de, bundan etkilenen nesnenin de kim olduğu saklıdır. Öyleyse onları saklandıkları yerden çıkartalım. Olan ne? “Kendisi.” Peki, olduran ne? “Yine kendisi.” Yani hem yapan hem de yapılanın aynı şey olması, başka bir deyişle hem usta hem eserin aynı kişi olması. Şimdi hayali muhatabımıza soralım. Şu masa nasıl meydana geldi? “Marangoz yaptı.” Ya şu evi kim inşa etti? “Falanca mühendis inşa etti.” Peki, bu sineği kim yaptı? “Kendi kendine oldu.” Buna göre; meydana gelen şey ne? “Sinek.”  Sineği meydana getiren şey ne? “Yine sinek.” Umarız şimdi kendi kendine oldu denildiği zaman neyin kastedildiği biraz daha net anlaşılır hale gelmiştir. Evet, bu fikri savunanların böylesine açık bir hezeyanı nasıl kabul ettikleri hayret vericidir. “Şu tahtadaki yazı nasıl meydana geldi?“sorusuna verdikleri cevap; “Tebeşirle yazıldı.” olmaktadır. Olayı tahta ve tebeşirle bitirirler. Hem de “Ama tebeşiri tutan kim?” sorusunun bırakacağı boşluğu bile bile.

Şimdi, kendi kendine olduğu iddia edilen şu vücudumuza çok kısa bir göz atalım. İnsan vücudunda beyin hücreleri hariç 70 trilyon hücre olduğu bilinmektedir. Bu 70 trilyon hücrenin hepsi 6 ayda bir değiştirilmekte ve yenilenmektedir. Ayrıca vücudumuz bütün kâinatla alakadar, ilişki içinde ve alışverişi vardır. Havayı her an teneffüs ediyoruz, güneşin ışınları ve ısısına her saniye maruzuz,  yediğimiz içtiğimiz bütün şeyler vücut sistemlerimizle koordinasyon içinde vücudumuzun bir parçası haline geliyor ya da atılıyor. Kısaca tüm vücudumuz kâinatın her şeyiyle temas halinde. Burda durup düşünelim. Vücudumuzdaki 70 trilyon hücrenin sayısız atomları kâinatla olan bu ilişkimizi görüyor ve ona göre hareket ediyor gibi davranıyor. Hava gelecek ona göre vaziyet alayım. İhtiyacım olanı alıp gerekli birimlere yönlendireyim ve bana zararlı olacakları da güvenli bir şekilde dışarı atayım. Güneş ışınları geliyor. Aman zarar vermeyecek şekilde adım atayım. Sadece kanın pıhtılaşmasındaki akıl ve hikmet dolu sistemi işin biyolojik detayına hiç girmeden bir temsille anlatalım. Bir poşet dolusu su düşünün. Poşetin bir yerinde meydana gelecek küçücük bir delik ya da çizik sonucu poşetteki su yavaş yavaş boşalmaya başlar ve hiç su kalmayıncaya kadar gözümüzün önünde akar gider. Değil mi? İşte insandaki kanın pıhtılaşması öyle harika bir olaydır ki ne zaman bir çizik ya da bir yaradan kan akmaya başlasa hemen küçük trombositler duvar örmeye başlarlar ve çok kısa sürede kan akışı durur. Ya bu sistem insanda olmasaydı? En ufak bir çizikte poşetteki suyun boşalması gibi tüm kan boşalacak ve ölüp gidecektik. Elimizden de hiçbir şey gelmeyecekti.  Kandaki bir maddenin eksikliğinden dolayı kanın biraz geç pıhtılaşması sonucu büyük sorunlar yaşayan hemofili hastaları bunu en iyi anlayacak olanlardır. İşte bu, vücudumuzdaki atomların dıştan gelebilecek etkilere karşı nasıl hazırlıklı olduğuna ve adımlarını ne denli dikkatle attıklarına verilebilecek küçük örneklerden sadece birisidir.

Hayret verici diğer bir nokta da vücuttaki büyük değişime rağmen hiçbir şeyin bozulmaması ve aynı kalmasıdır..  İnsan vücudundaki 70 trilyon hücrenin 6 ayda bir tamamen yenilendiğinden bahsetmiştik. Bu durumda 6 ay önceki ben 6 ay sonraki benden maddeten tamamen farklı ve yeni birisi. Peki, nasıl oluyor da hiçbir şey değişmeden aynı kalıyor. 10 senedir görüşmediğim bir arkadaşım telefondaki sesimi tanıyor. Oysaki bu zaman zarfında bütün hücrelerim 20 kez yenilenmişti. Ya da tam tersine çok daha ileriyi düşünürsek çocuğumuzda hatta torunumuzda bile bu atomlar çok benzer özellik gösterebiliyorlar. Gözleri, saçları ya da vücut yapısı tıpatıp olabiliyor. Bunun cevabı “genetik” demekle geçiştirilecek kadar basit mi? Nedir bu genetik formülünü atomlara okutan ezberleten ve uygulattıran. Cevap olarak atomların kendisi verilebilir mi?

Öyleyse eğer bu işi yapanlar atomlarsa, o atomların her birine öyle birer göz ve akıl lazım ki hem bütün vücudu görsün, hem bütün kâinatı görsün, hem insanın geçmişini bilsin, hem de geleceğini ve neslini bilsin ve ona göre hareket etsin.  Bir atoma böyle büyük akıl vermek ancak o kadar büyük akılsızlıkla ve böyle bir göz vermek sadece o denli körlükle mümkün olur.

 

2. Olanaksızlık:

İnsan vücudundaki her bir organ bir kubbeye benzer ve insan bin kubbeli bir saray gibidir. Osmanlı camilerinde muhteşem örneklerini görebileceğimiz kubbeler, göründüğünden çok daha muhteşem yapılardır ve çok ciddi fizik ve matematik hesaplarıyla ayakta dururlar. Konunun uzmanı mimar ve mühendisler bunu çok iyi bilirler. Kubbenin taşları öyle muntazam dizilmişlerdir ki baş başa verip birbirlerini kilitlerler. Her bir taş sağında ve solundaki taşların ayakta durma sebebidir. Yani kubbenin bir taşını çekseniz, birbiri ardına dizilmiş domino taşlarının bir ilk hareket sonucu zincirleme olarak yıkılması gibi bütün kubbe yıkılır. Çünkü kubbenin her bir taşı bir yanındaki taşın ve dolayısıyla da tüm kubbenin dayanağıdır. İşte bu harika kubbe inşası bu işin ilmine vakıf bir mimara verilmeyip o taşların kendisine verilse, her bir taşın kubbedeki diğer tüm taşlara hem hâkim hem de yine aynı taşın diğer bütün taşlara mahkûm olması gerekir ki, bunu kabul etmek, o kubbedeki taşların adedince imkânsızlığı kabul etmek demektir. İşte insan böyle bin kubbeli bir saraydan belki bin defa daha harikadır.

Canlılarda indirgenemez komplekslik (irreducible complexity) denilen bir gerçek vardır. Bu konu evrimcilerin de çok başını ağrıtan bir konudur. Zira teorilerine göre evrimleşme denilen şey adım adım gerçekleşmek zorundadır. Mesela önce göz evrimleşti demelerine karşılık; “Ama diğer hayati organlar ve beyin olmadan görme nasıl meydana gelebilir?” sorusuna verebilecekleri mantıklı bir yanıt yoktur.  Yani bir canlının bir fonksiyonunun çalışması için diğer tüm hayati organlarının hepsinin birden var olması gerekir. Öyleyse göz örneğinden gidersek, eğer görme işlemi ve göz için kendi kendine oldu diyeceksek kabul etmemiz gerekir ki bir kubbenin taşları gibi olan gözdeki her bir atom vücudun her yerindeki diğer atomlara hem mutlak hâkim olmalı ve emir vermeli  ( çünkü görme işlemi için diğer hayati organlar da gerekli)  hem de diğer bütün diğer atomlara mutlak mahkûm olmalı ve emir almalı. (Çünkü başka yerlerde de görme işlemi gibi başka işlemler devam ediyor ve bu işlemlerin de göze ihtiyacı var.) Bu, aynen şu misale benzer: 500 kişilik bir askeri bölük düşünelim. Öyle bir bölük ki, o 500 askerden her biri hem diğer 499 askerin komutanı olsun ve onlara emir versin hem de o 499 askerin emir eri olsun ve onların hepsinden emir alsın. Böyle bir bölükte bırakın düzgün bir iş yapılmasını ortada ne düzen kalır ne de bölük. Hâlbuki bir tek komutan, değil 500, 500 bin askeri kolayca idare eder, istediği gibi evirir çevirir.

Aynen öyle de vücuttaki bütün bu harika işler bir tek ilaha verilmezse, o vücuttaki trilyonlarca atom adedince ilahı kabul etmeye mecbur olunur. Her bir atoma müthiş bir ilim, irade, kudret, akıl, şuur göz ve gaye vermek şart olur.

İşte en küçük bir atomda ve gözdeki bu muhteşem düzen ve bu sımsıkı ilişki tüm kainatta da mevcuttur. Uzak gözükse de kâinattaki her şey gerçekte birbiriyle çok yakın ilişki içindedir. Sivrisineğin gözünün var olması için güneşin dönmesi gerekir. Bir karıncanın hayatı için dünyanın 23 derecelik eğimine ihtiyaç vardır. Öyleyse denilebilir ki sivrisineğin gözünü yapan kimse güneşi dahi o yaratmıştır. Bir tek atomu yapabilen güneş sistemini de yapabilir. Bir tek hücreyi yapamayan hiçbir şeyin yaratıcısı olamaz.

 

3. Olanaksızlık:

Eğer şu insan veya kâinatın her şeyi yaratmaya kadir tek bir el tarafından yapıldığını kabul etmeyip kendi kendine olduğu iddia edilse, o zaman vücuttaki her bir atomdan ve hücreden tut ta bütün kainata kadar birbiri içindeki daireler gibi binlerce kalıp olması mutlak surette zaruri olur. Mesela bir mektup kendisini yazan bir tek kalemi ve yazarının ilmini gösterir. Fakat o mektup eğer bir tek kaleme verilmezse ve kendi kendine oldu denilirse, o zaman matbaada basılan bir kitap gibi o mektubun her bir harfi için ayrı birer harf kalıbı veya demir harf lazımdır ki o mektup basılabilsin. Bir matbaada bütün harfler adedince demir harfler bulunur ve o harfler yan yana dizilerek kitabın bir sayfası basılır. Bir tek kaleme karşılık sayfadaki harfler adedince kalıplar gerekir. Şimdi işi biraz daha zorlaştıralım. Peki, ya o mektubun her bir harfinin içinde küçücük harflerle yazılmış başka başka mektuplar yazılı ise ne olacak? Bu durumda o bir tek mektubun yazılması için binlerce kalıp ve demir harf gerekir. İşte insan bedeninde organlardan dokulara, dokulardan hücrelere, hücrelerden atomlara ve atomun parçacıklarına kadar birbiri içinde ince hatla yazılmış müthiş sanatlı mektuplar mevcuttur. Ya bunların tek bir kalem ile ilim ve kudret sahibi tek bir yazar tarafından yazıldığını kabul edeceksin ya da sayısız kalıpların varlığını kabul etmekle sayısız imkânsızlıklara düşeceksin. Kaldı ki o kalıpların ve demir harflerin de çizilmesi ve yapılması yine ilim sahibi bir katibe veya ustaya bağlıdır ve bağlanmak zorundadır.  

Kendi kendine olmanın birçok olanaksızlığından bu üç tanesini saydıktan sonra temeli tesadüf ve kendi kendine olmaya dayalı evrimle ilgili de birkaç kelam edelim. Evet, evrimin temeline bakıldığında, varlığın kendi kendine ve tesadüflere bağlı olarak meydana geldiği iddiası yatar. Evrimciler ilkel atmosferin metan, amonyak, hidrojen ve su buharından ibaret olduğu varsayımından hareketle kör ve sağır dış etkenler, şimşekler ve volkanik patlamalar sonucu ilk aminoasitlerin var olduğunu iddia ederler. Bununla da kalmayıp böyle bir ortamda proteinlerin, nükleik asitlerin hatta hücrenin oluşabileceğini öne sürerler. Ancak son bilimsel gelişmeler ilk atmosferin azot, karbondioksit ve su buharından meydana geldiğini kesinleştirmiş ve böylece Miller deneyi de onların bu ilk canlılık teorileri de suya düşmüştür. Bu konuda ayrıntılı bilgi almak için ilgili makaleye bir göz atabilirsiniz. Kaldı ki bu gazlar atmosferde bulunsaydı bile bunlardan tesadüf eseri bir proteinin, bir nükleik asidin meydana gelmesi olasılık hesapları dışındadır. Gaye sayfamızdaki tek bir hemoglobinin rastgele meydana gelmesinin olasılığının hesaplandığı örnek, bu konuyu yeterince aydınlatır kanaatindeyiz. Yine de pekişmesi için bir örnek daha verelim. Bir maymunun 30 harflik alfabesi olan bir dilde bir klavyenin başına oturarak sadece 10 harften oluşan anlamlı bir kelime yazma ihtimali 590 trilyon 490 milyar ihtimalde birdir. Şimdi, bir hücrede 10 katrilyon atom olduğu göz önüne alınırsa bunların tesadüfen doğru dizilme olasılığı zaten imkânsız kelimesinin tarifidir. 

Evrimciliğin Darwin'den önceki babası olarak bilinen Lamarck, evrimle bir yaratıcının varlığının çeliştiğini düşünmüyor, evrimin yaratıcının tabiatta oluşturduğu bir sistem olduğunu savunuyordu. Buna karşın Darwin, varlığın temelini maddeye ve atomlara bağlamaktadır. Günümüzde de Darwinizme sahip çıkanlar, ona inkârcılık adına sarılan materyalist dünyadır. Aslında dikkatli bir gözle bakıldığında evrimden inkârcılığa değil de inkârcılıktan evrime doğru bir gidiş olduğu gözlemlenebilir. Yani evrim teorisi adeta inkârcıların can havliyle tutundukları bir dal olmuştur. Ancak çok yazık ki, tutundukları bu dal da çürük çıkmış ve onları aydınlığa çıkarmaya yetmemiştir.

Evrim teorisinin tamamen çürütüldüğünü gösteren yüzlerce delil yazmak mümkündür. Zaten bir o kadarı yazılmıştır ve günümüz imkanlarında bu kaynaklara kolayca ulaşılabilir.Biz burada tek bir teori ile uğraşmadığımız için ve bu teoriyi de içine alan bütün inkarcılık akımlarının birer akli hezeyandan öteye geçemediğini göstermek amacında olduğumuz için, teorinin olmazsa olmazı olan kendi kendine veya tesadüfen oluşmanın imkansızlığını ispatlamakla iktifa ediyor ve bu detayları ilgili kaynaklara havale ediyoruz. Bu kaynakların birkaçının adreslerine "Tavsiye Siteler " bölümümüzden ulaşabilirsiniz.

    3. Yol (Tabiat)

 


Mektubat'tan...

İnançsızlık iki kısımdır. Birinci kısım hakkı kabul etmemek, ikinci kısım inkar etmektir. Kabul etmemek başka, inkar etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır, terk etmektir ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Ancak inkar etmek tamamen farklıdır.Allahın varlığını kabul etmemek değil, yokluğunu iddia etmektir. İmanın zıddına gidip bir yol açmaktır. dolayısıyla bu yolun yolcuları davalarını ispat etmeye ve yokluğa delil getirmeye mecburdurlar. Bu ise şimdiye kadar yapılabilmiş bir şey değildir.

 

 

 

Sözler'den...

Birisi dese ki "Yeryüzünde içinden süt çıkan dışında çok sert kabuğu olan meyveler var." Diğeri dese "Böyle bir şey yoktur." Varlığını iddia eden adam, yalnız bir hindistan cevizini göstermekle davasını kolayca ispat eder. İnkar eden, yani yokluğunu iddia eden adam, inkarını ispat etmek için bütün yeryüzünü gezmek, her taşın altını görmek ve göstermekle ancak davasını ispat edebilir.

Aynen öyle de Allah'ın varlığından haber verenler buna sadece bir iki delil getirerek bile davalarını ispat edebilirlerken, inkar edenler bütün kainatı ve gözle görünen görünmeyen her şeyi bulup eledikten sonra ancak inkarlarını ispat etmiş olurlar. İşte buradan imanın ne kadar kolay inkarın ne derece zor bir yol olduğu anlaşılır.

 

 

 

 Sözler'den...

İzzet ve azamet ister ki, sebepler perde olsun kudret eline ;  tevhid ve celâl ister ki, sebepler ellerini çeksinler hakiki tesirden