headerphoto

Gel de inkar et

3. Yol: Tabiat yapıyor, doğa yaratıyor. Tüm bu oluşum doğal veya tabiidir. “Tabiat Ana’nın” eliyle gerçekleşiyor vs…

Bu yolun imkansızlığını 3 muhal ile izah ederiz:

1. Muhal

2. Muhal

3. Muhal

 

1. Muhal:

Tabii ve doğal olma bir şeyin olağan, alışılmış ve her zamanki gibi olması, yapmacık olmaması, katıksız, saf ve duru olması manalarına gelir. Ancak, bu manaların arkasında tabiata yaratıcılık atfedilmektedir. Bu düşünce biçimi masum görünen cümlelerle inançlı insanlara bile empoze edilmeye çalışılmaktadır. Şu cümlelere aşina olmayanımız var mı? “Doğanın cömert elinden sofralarımıza...”, “Tabiat ananın şefkatli kucağı...”, “Tabiatın kızgın yüzü...”, “Tabiat ananın mucizeleri...”. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Çeşitli reklamlarla, belgesel veya filmlerle farkında bile olmadan benimsediğimiz cümlelerdir bunlar.

 Peki, nedir tabiat? Tabiat, canlı ve cansız varlıkların tamamı, büyüme, gelişme ve değişmeye etki eden kurallar ve kanunlar toplamıdır. Bu durumda, eğer tabiat canlı ve cansız varlıkların bütünü diye tanımlanıyorsa, herhangi bir canlının yaratılması işini tabiata havale ederek o canlıyı yine bütün canlı ve cansızlara dayandırmış oluyoruz. Yani tabiattaki her şey, içindeki her şeyi yine bizzat kendisi yaratmış oluyor. Bir nevi kendi kendini yaratma ve var etme durumu. O halde kendi kendine olma konusunda sayılan bütün deliller ve imkânsızlıklar aynı zamanda tabiat içinde geçerlidir ve tabiatı da çürütür. Yok eğer tabiat, eşyanın halleri, vasıfları ve özellikleri ise, örneğin artı-eksi, sıcaklık-soğukluk, itme-çekme kuvveti gibi kanun ve kurallar toplamı ise, bunlar maddenin sıfatlarıdır. O zaman diyeceğiz ki maddenin özellikleri ve sıfatları o maddeyi yarattı. Yani ilim âlimi, düşünce ve zeka beyni, sanatkarlık sanatı yarattı. Madde olmadan önce özelliği veya vasfı var olabilir mi? Böylesi akıl dışı bir iddiayı kabul etmek mümkün müdür?

Şu kâinatta görünen hikmetli ve sanatlı işler eğer gören, işiten, bilen bir tek ilaha değil de kör kuvvete ve akılsız tabiata verilirse, tabiattaki her şeyin içinde sonsuz manevi makine ve matbaalar bulunması gerekir.

Çünkü ya diyeceğiz ki yeryüzündeki bütün şeffaf şeylerde ve su damlacıklarında birer küçük güneş vardır ya da diyeceğiz ki bütün o görülen küçük güneşçikler semadaki bir tek güneşin yansımasıdır ve hepsi bir ağızdan o tek güneşin varlığını haykırırlar. Aynen bu misal gibi şu varlıklar ve canlılar doğrudan doğruya tek bir ilaha verilmezse, her bir canlıda sonsuz bir kuvvet, irade, ilim, ve hikmet taşıyacak bir tabiatı adeta birer ilahı kabul etmek lazım gelir. Bir tek ilahı reddeden milyarlarca ilahı kabule mecbur olur

2. Muhal:

Eğer mükemmel derecesinde düzenli, ölçülü, sanatlı ve hikmetli şu varlıklar sonsuz kudret ve ilim sahibi bir zata değil de tabiata dayandırılırsa, az bir parça toprakta dünyanın bütün fabrikaları adedince fabrika ve teknoloji bulunması icap eder. Çünkü görüyoruz ki çiçeklere saksılık vazifesi gören bir kâse toprağa sırayla değişik tohumlar atılıyor ve o küçücük tohumların her birinden rengi, şekli, deseni ve kokusu farklı birer harika çiçek meydana geliyor.  Hâlbuki o tohumların her biri hidrojen, oksijen, karbon ve azottan meydana geliyor ve hepsinde bu aynı elementler ve maddeler mevcuttur. Fakat ortaya çıkan netice birbirinden çok farklı oluyor. Çekirdeklerin küçücük hacmi toprağın içinde genişliyor büyüyor ve serpiliyor. Hatta bazen öyle bir hal alıyor ki yetişen bitkinin hacmi saksıdaki mevcut toprağınkinden bile büyük oluyor. O çiçeklerin büyümesine etkisi gözüken hava, su, ısı ve ışığın her biri de basit, bilinçsiz, gayesiz ve akılsızdır.  Bu durumda eğer bu müthiş sanatlı çiçekler ve bitkiler tabiata verilirse o toprak içinde her bir çeşit bitki için ayrı bir fabrika bulunması gerekli ve zorunlu olur. İşte tabiatperestlerin gittikleri yolun ne kadar akıldan uzak olduğu kıyas edilsin. Tabiatı yaratıcı olarak görenler bilim ve aklı rehber edindiklerini iddia ettikleri halde akıldan ve fenden ne derece uzaklaştıkları anlaşılsın.

Ancak, bu harikulade işler tabiata değil de sonsuz kudret sahibi bir tek zata dayandırılırsa ne kadar akla ve mantığa uygun düştüğünü bir örnekle izah edelim.  Bir tek adam bir şehre gelse ve tek başına bütün şehir ahalisini zorla başka bir yere sevk etse ve yine zorla onları çeşitli işlerde çalıştırsa gayet net anlarsın ki o adam bu işleri kendi gücüne ve kuvvetine dayanarak yapmıyor ve yapamaz. Muhakkak arkasında ya bir devlet gücü, bir ordunun kuvveti veya bir padişahın emri ve kudreti vardır. O adam vazifeli bir memur veya emri uygulayan bir askerdir deriz değil mi? Çünkü ancak bu şekilde o görünen büyük icraat akla ve mantığa uygun bir hale gelebilir. Aksi halde o bir tek adamda bir ordunun kuvvetini ve devletin gücünün varlığını iddia etmek gibi bir hezeyana düşeriz. İşte aynen öyle de renksiz, kokusuz, tatsız, bilinçsiz, akılsız, kör ve sağır topraktan rengârenk, çeşit çeşit koku ve tatlarda harika sanatlı ve süslü çiçekler ve meyvelerin çıktığını gözümüzle görüyoruz. Ya aynen o bütün şehri idare işini o tek adamın bileğinin gücüne havale eder gibi bütün bu harika sanat eserlerini toprağa havale edeceğiz ya da tüm bunların arkasında kudreti sonsuz bir padişahı görecek ve kabul edeceğiz.

3. Muhal:

Bu muhali iki misal ile izah edelim.

1.Misal:  Bedevi ve vahşi bir adam en son teknoloji ile donatılmış ve muhteşem sanat eserleri ile süslenmiş harikulade bir saraya girmiş. İçindeki binlerce sanat eserini ve eşyaları görmüş. Cahilliğinden ve ahmaklığından dolayı o saraya hariçten ve dışarıdan kimsenin müdahale etmediğini, içindeki şeylerden birisinin o sarayı meydana getirdiğini düşünüp aramaya başlamış. Sarayın muhteşem avizesine ve lambasına bakmış, harikulade ışığından ve aydınlatmasından çok etkilenmiş. Ancak o avizede içerdeki diğer şeyleri meydana getirecek bir kabiliyet göremediğinden aramaya devam etmiş. Sarayın halılarına, tablolarına, duvarlarına, pencerelerine bakmış. Fakat hangi şeye baktıysa onun cahil aklı dahi bunların hiçbirinin o sarayı meydana getirebilecek kabiliyette olmadığına kanaat getirmiş. Sonra içinde sarayın demirbaş listesinin ve saraydaki idare kanunlarının yazılı olduğu bir defter görmüş. Gerçi bu defter de diğer eşyalar gibi elsiz, gözsüz, akılsız ve bilinçsizdir fakat en azından saraydaki her şeyle alakadardır diye mecbur kalarak “İşte bu defter bu sarayı ve içindeki her şeyi süsleyen, tanzim eden ve meydana getirendir” demiş, vahşetini ve ahmaklığını tam bir hezeyana çevirmiş.

İşte aynen bu misal gibi, bu misaldeki saraydan sonsuz derece daha mükemmel ve sanatlı şu kâinata “tabiat” fikrini taşıyan bir adam girer. Bu müthiş sanat eserini hariçten bir zatın meydana getirdiğini düşünmeyerek, kâinatta görünen görünmeyen her şeye ve kâinattaki fizik kanunlarının toplamına tabiat ismini verip; mademki her şeyin bir yaratıcısı ve ustası olmak zorunda ve mademki ben bir ilahı kabul etmiyorum, öyleyse kâinatı yaratan da işte bu tabiattır diyerek o misaldeki ahmaktan bin kat daha ahmak olduğunu ilan eder.

2. Misal: Yine gayet vahşi bir adam çok büyük bir askeri kışlaya girmiş. Bakmış ki bir askerin hareketiyle koca bir tabur veya bir alay yatıyor, kalkıyor, sağa dönüyor, sola dönüyor.  Taburdaki askerlerin hepsinin gayet düzenli ve senkronize hareketlerini müşahede eden o adam vahşetinden ve cahilliğinden, o askerlerin bir devlet nizamı altında olduğunu ve bir komutanın emriyle hareket ettiklerini anlamayıp o askerlerin hepsini birbirine bağlayan mucizevî bir ip olduğunu düşünmüş. O ipin ne harika bir şey olduğunu hayal edip bütün askerleri nasıl intizamla hareket ettirdiğine inanarak hayvanları dahi güldürecek bir maskara vaziyetine düşmüş.

İşte muhteşem bir kışla hükmünde olan şu âlemdeki varlıklar ve bu varlıklardaki uyum, ahenk, düzen ve ölçü bir büyük kumandana verilmeyip, o kumandanın koyduğu emir ve kanunlara (sanki tesiri olan birer madde imiş gibi) verilse o misaldeki vahşetten bin defa daha büyük bir vahşete düşülmüş olur. Kaldı ki kainatta var olan yer çekimi, kütle çekim kanunu, suyun kaldırma kuvveti, eylemsizlik kuvveti, merkezkaç kuvveti gibi kanunların ne bir şeyi var etme yeteneği ne de harici maddi birer vücudu yoktur.

Özetle, tabiatperestlerin tabiat dedikleri şey ancak bir sanat eseri olabilir, sanatlar değil. Nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim değil. Yaratılmıştır, yaratıcı değil. Kanundur, kudret değil. Bir ölçü ve bir cetveldir, ölçen ve biçen değil.

 


Mektubat'tan...

İnançsızlık iki kısımdır. Birinci kısım hakkı kabul etmemek, ikinci kısım inkar etmektir. Kabul etmemek başka, inkar etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır, terk etmektir ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Ancak inkar etmek tamamen farklıdır.Allahın varlığını kabul etmemek değil, yokluğunu iddia etmektir. İmanın zıddına gidip bir yol açmaktır. dolayısıyla bu yolun yolcuları davalarını ispat etmeye ve yokluğa delil getirmeye mecburdurlar. Bu ise şimdiye kadar yapılabilmiş bir şey değildir.

 

 

 

Sözler'den...

Birisi dese ki "Yeryüzünde içinden süt çıkan dışında çok sert kabuğu olan meyveler var." Diğeri dese "Böyle bir şey yoktur." Varlığını iddia eden adam, yalnız bir hindistan cevizini göstermekle davasını kolayca ispat eder. İnkar eden, yani yokluğunu iddia eden adam, inkarını ispat etmek için bütün yeryüzünü gezmek, her taşın altını görmek ve göstermekle ancak davasını ispat edebilir.

Aynen öyle de Allah'ın varlığından haber verenler buna sadece bir iki delil getirerek bile davalarını ispat edebilirlerken, inkar edenler bütün kainatı ve gözle görünen görünmeyen her şeyi bulup eledikten sonra ancak inkarlarını ispat etmiş olurlar. İşte buradan imanın ne kadar kolay inkarın ne derece zor bir yol olduğu anlaşılır.

 

 

 

 Sözler'den...

İzzet ve azamet ister ki, sebepler perde olsun kudret eline ;  tevhid ve celâl ister ki, sebepler ellerini çeksinler hakiki tesirden