Urey - Miller Deneyi Aldatmacası
Hayatın orijini konusunda evrimcilerin en
çok itibar ettikleri çalışma ise 1953 yılında Amerikalı
araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan ve Miller
Deneyi ya da Urey-Miller Deneyi olarak
adlandırılan deney oldu.
Evrim sürecinin ilk aşaması diye öne
sürülen moleküler evrim tezini sözde ispatlamak için
kullanılan yegane "delil" işte bu deneydir. Aradan onlarca
yıl geçmesine, büyük teknolojik ilerlemeler kaydedilmesine
rağmen bu konuda hiçbir yeni girişimde bulunulmamıştır. Bu
tür çabaların kendilerini desteklemediğinin, aksine sürekli
yalanladığının farkında olan evrimciler benzeri deneylere
girişmekten özellikle kaçınmaktadırlar.
Sonuçta evrim teorisi, değil türlerin
oluşumuna, daha canlıların yapıtaşı olan hücreleri meydana
getiren tek bir protein molekülünün bile tesadüfen nasıl
oluştuğuna bir açıklama getirememektedir. Yani evrim daha
protein aşamasında kitlenmekte, çıkmaza girmektedir. Buna
rağmen bu deney, bugün bile ders kitaplarında canlıların ilk
oluşumunun evrimsel açıklaması olarak okutulmaktadır.
Stanley Miller, II. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra
Chicago Üniversitesi'ndeki hocası Harold Urey ile birlikte
birtakım mikrobiyolojik araştırmalara girişti. Hedefi,
milyarlarca yıl önceki cansız dünyada canlılığın
kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini göstermekti.
Canlıların en küçük yapıtaşları olan aminoasitlerin
"tesadüfen" oluşabileceklerini ispatlayan bir deney yapmaya
karar verdi.
Miller bu amaçla, ilkel dünyanın oluşumunda
varolduğunu tahmin ettiği —ancak daha sonraları gerçekçi
olmadığı anlaşılacak olan— bir atmosfer ortamını
laboratuarında kurdu ve çalışmalarına başladı. Deneyinde
ilkel atmosfer olarak kullandığı karışım amonyak, metan,
hidrojen ve su buharından oluşuyordu.
Miller, metan, amonyak, su buharı ve hidrojenin
doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona
giremeyeceklerini biliyordu. Bunları birbirleriyle
reaksiyona sokmak için dışardan enerji takviyesi yapmak
gerektiğinin de farkındaydı. Bu nedenle bu enerjinin ilkel
atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini
öne sürdü. Bu varsayıma dayanarak da, yaptığı deneylerinde
yapay bir elektrik deşarj kaynağı kullandı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100 °C
ısıda kaynattı, öte yandan da bu sıcak ortama elektrik akımı
verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan
karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını
oluşturan 20 çeşit aminoasitten üçünün sentezlendiğini
gözledi.
Deney, evrimciler arasında büyük de bir sevinç
yarattı ve çok büyük bir başarıymış gibi lanse edildi. Bu
deneyin kendi teorilerini kesinlikle doğruladığına inanan
evrimciler, bundan aldıkları cesaretle hemen senaryo üretme
işine giriştiler. Miller sözde, aminoasitlerin kendi
kendilerine oluşabileceklerini ispatlamıştı. Buna dayanarak,
sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya
göre, ilkel atmosferde meydana gelen aminoasitler, daha
sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve
proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu
proteinlerin bazıları da, kendilerini, "her nasılsa" bir
şekilde oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine
yerleştirerek ilkel hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler
de zamanla yan yana gelip birleşerek canlı organizmaları
oluşturmuşlardı. Senaryonun en büyük dayanağı ise Miller'in
deneyiydi.
Oysa Miller deneyi geçersizliği pek çok
noktadan kanıtlanmış bir göz boyamadan başka birşey değildi.
Neredeyse elli yaşına giren bu deney,
birçok yönden geçersizliği kanıtlandığı halde, bugün hala
canlılığın sözde kendiliğinden oluşumu hakkındaki en büyük
kanıt olarak evrimci literatürdeki yerini korur. Oysa Miller
deneyi önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de
gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler
açısından hiç de o kadar umutlandırıcı olmadığı görülür.
Çünkü hedefini, ilkel dünya koşullarında aminoasitlerin
kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak olarak
gösteren deney, birçok yönden bu hedefle tutarsızlık
göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Miller deneyinde, "soğuk tuzak" (cold
trap) isimli bir mekanizma kullanarak aminoasitleri
oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi
takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu
molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha ederdi.
Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli
kimyasallar, yüksek oksijen miktarı vs. gibi unsurları
içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli
düzeneklerin varolduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu
mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse
bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır.
Kimyager Richard Bliss bu çelişkiyi şöyle izah ediyor:
Miller'ın aletlerinin can alıcı kısmı olan "soğuk
tuzak", kimyasal tepkimelerden biçimlenmiş ürünleri toplama
ödevi görüyordu. Gerçekten bu soğuk tuzak olmadan, kimyasal
ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş
olacaktı.4
Evrim hakkındaki eleştirel çalışmalarıyla tanınan
Henry Morris de, durumu şöyle açıklıyor:
Miller aygıtlarına aminoasitleri oluştuğu anda
yakalayacak bir ilave yaparak onları üretildikleri ortamdan
ayırmıştır. Eğer böyle yapmasaydı aynı atmosferik şartlarda
o aminoasitler hemen parçalanacaklardı. Halbuki Miller'ın bu
koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde yoktu.5
Nitekim Miller, aynı malzemeleri kullandığı halde
soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde
tek bir aminoasit bile elde edememişti.
2- Miller'ın deneyinde
canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi
değildi. Bu gerçeği, 1980'li yılların ortalarına doğru
konuyla ilgilenen bazı jeologlar ortaya çıkardılar. Buna
göre, Miller yapay ortamında olması gereken azot ve
karbondioksidi göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve
amonyak kullanmayı tercih ediyordu.
Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı
olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O)
bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak
olmadan, bir amino asidin sentezlenmesi imkansızdı.
Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu
durumu şöyle anlatıyor:
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve
amonyak karıştırarak kopya ettiler. Onlara göre dünya,
metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son
çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş
nikel ile demirin karışımından meydana geldiği
anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha
çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O)
oluşması gerekir. Oysa
bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak
ve metan kadar uygun değildirler.6
Philip Abelson da metan/amonyak modelinin geçersiz
olduğunu şöyle vurgular: Metan ve amonyak gazlarını içeren
bir ilkel atmosfer hipotezinin sağlam
temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten
de çürütüldü. Artık jeologlar bir başka alternatif görüş
benimsediler. Atmosfer ve okyanuslar, volkanlardan çıkan
gazlardan oluşmuşlardı.7
Sonuç olarak, ilkel dünya atmosferinin Miller'ın
tahmin ettiğinden çok daha farklı gazlardan meydana geldiği
ortaya çıkmıştı.
Peki bu gazlar kullanılarak yapılacak deneylerde
aminoasit elde edebilmek mümkün müydü? Amerikalı
bilimadamları J. P. Ferris ve C. T. Chen'in araştırmaları bu
soruya gerekli yanıtı verdi. Ferris ve Chen karbondioksit,
hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer
ortamında Stanley Miller'ın deneyini tekrarladılar. Ve bu
gaz karışımıyla bir tek molekül aminoasit bile elde
edemediler.8
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi
de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf
etti.9
3- Miller'ın deneyini geçersiz kılan bir
diğer önemli nokta da, aminoasitlerin oluştuğu öne sürülen
dönemde, atmosferde aminoasitlerin tümünü parçalayacak
yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Bu gerçek, yapılan jeolojik
incelemelerde bulunan ve yaşları 3.5 milyar yıl olarak
hesaplanan dünyanın en eski taşlarından anlaşıldı. Taşlarda,
okside olmuş demir ve uranyum birikintileri vardı.
Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia
ettiğinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da
vardır. Yapılan çalışmalar, güneşin o dönemde evrimcilerin
tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını
yaydığını göstermiştir. Bu ışınların, ilkel atmosferdeki su
buharını ve karbondioksiti (fotodissosiasyon yoluyla)
ayrıştırarak oksijen açığa çıkarmaları ise kaçınılmazdır. Bu
da ilkel atmosferdeki oksijen miktarının gözardı edilemez
miktarlarda olduğu anlamına gelmektedir. Charles Davidson'ın
hesaplarına göre ilkel atmosferde en az 200 milyar ton
oksijen bulunmalıdır.10 Bu miktardaki oksijen ise
aminoasitlerin oluşmasına kesin olarak engel olacaktır.11
Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan
Miller deneyini tamamen geçersiz kılar. Eğer deneyde oksijen
kullanılsaydı, metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise
azot ve suya dönüşecekti.
Diğer taraftan, —henüz ozon tabakası
varolmadığından— çok yoğun miktarlardaki ultraviyole
ışınlarına karşı korumasız olan dünya üzerinde herhangi bir
organik molekülün yaşayamayacağı da açıktır.
4- Miller deneyinin
sonucunda sadece canlılık için gerekli olan aminoasitler
elde edilmemiş, bunlardan çok daha fazla miktarda canlıların
yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik
asitler de oluşmuştu. Aminoasitlerin, izole edilmeyip de bu
kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise,
bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı
bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı.
Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda dextro
aminoasit çıkmıştı. Bu aminoasitlerin varlığı, evrimi kendi
mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü dextroaminoasitler
canlı yapısında kullanılamayan aminoasitlerdi. Amerikalı
biyologlar Richard
B. Bliss ve Gray E. Parker bu noktayı şöyle
açıklarlar:
Miller deneyinde sadece hayat için gerekli
molekülleri (levo aminoasitler) elde
etmekle kalmamış, aynı anda evrime müdahale eden
dextro aminoasitlerden oluşmuş uzun bir zincir de elde
etmişti.12
Sonuç olarak Miller'ın deneyindeki aminoasitlerin
oluştuğu ortam canlılık için elverişli değil, aksine ortaya
çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit
karışımı niteliğindeydi.
Tüm bunların gösterdiği tek bir somut gerçek
vardır: Miller deneyinin, canlılığın ilkel dünya şartlarında
tesadüfen meydana gelebileceğini kanıtlamak gibi bir iddiası
olamaz. Olay, aminoasit sentezlemeye yönelik bilinçli ve
kontrollü bir laboratuar deneyinden başka birşey değildir.
Kullanılan gazların cinsleri ve karışım oranları
aminoasitlerin oluşabilmesi için en ideal ölçülerde
belirlenmiştir. Ortama verilen enerji miktarı, ne eksik ne
fazla, tamamen istenen reaksiyonların gerçekleşmesini
sağlayacak biçimde titizlikle ayarlanmıştır. Deney aygıtı,
ilkel dünya koşullarında mevcut olabilecek hiçbir zararlı,
tahrip edici ya da aminoasit oluşumunu engelleyici unsuru
barındırmayacak ve içeri sızmasını önleyecek biçimde izole
edilmiştir. Aminoasitlerin yapısında bulunan üç-beş
elementten başka ilkel dünyada mevcut olan ve reaksiyonların
seyrini değiştirecek hiçbir element, mineral ya da bileşik
deney tüpüne konulmamıştır. Oksidasyon sebebiyle
aminoasitlerin varlığına imkan vermeyecek oksijen bunlardan
yalnızca birisidir. Kaldı ki hazırlanan ideal laboratuar
koşullarında bile, oluşan aminoasitlerin aynı ortamda
parçalanmadan varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir.
Ancak bu sorun da aminoasitleri oluştukları anda ortamdan
ayıracak bir başka yapay düzenekle (cold trap)
halledilmiştir.
Aslında bu deneyle evrimciler, bir anlamda evrimi
kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, aminoasitlerin
tesadüfen değil, ancak bütün koşulları özel olarak
ayarlanmış kontrollü bir laboratuar ortamında, bilinçli
müdahaleler sonucunda elde edilebileceğini gözler önüne
sermiştir.
İlkel Dünya Ortamı ve Proteinler
Daha önce saydığımız bütün tutarsızlıklarına rağmen
evrimciler, aminoasitlerin ilkel dünya ortamında kendi
kendilerine nasıl oluşabildikleri sorununu, Miller deneyi
ile geçiştirmeye çalışırlar. Bu uydurma deneyle, bugün bile,
bu sorunun çoktan çözülmüş olduğu gibi bir izlenim vererek
insanları yanıltmaya devam etmektedirler.
Ancak canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama
çabasının ikinci aşamasında, evrimcileri, aminoasitlerin
oluşumuyla kıyaslanmayacak derecede büyük bir problem
beklemektedir: "Proteinler". Yani yüzlerce farklı
aminoasitin belirli bir sıra içinde birbirlerine eklenerek
oluşturdukları canlılığın yapıtaşları.
Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen
oluştuklarını öne sürmek, aminoasitlerin tesadüfen
oluştuklarını öne sürmekten çok daha akıl ve mantık dışı bir
iddiadır. Aminoasitlerin, proteinleri oluşturmak üzere uygun
dizilimlerde tesadüfen birleşebilmelerinin matematiksel
imkansızlığını az önce olasılık hesapları ile inceledik.
Şimdi ise protein oluşumunun kimyasal olarak da ilkel dünya
koşullarında mümkün olmadığını göreceğiz.
Le Châtelier Prensibi
Aminoasitler protein oluşturmak üzere kimyasal
olarak birleşirken, aralarında "peptid bağı" denilen özel
bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa
çıkar.
Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını
öne süren evrimci açıklamayı kesinlikle çürütmektedir.
Çünkü, kimyada "Le Châtelier" kanunu olarak bilinen kanuna
göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon
reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün
değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun
gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma
ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.
Dolayısıyla, evrimcilerin hayatın başladığı ve
aminoasitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri
okyanuslar, aminoasitlerin, bir sonraki aşamada, birleşerek
proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan
ortamlardır. Richard E. Dickinson Scientific American'da
şöyle yazar:
Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül
monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer
bağlanışında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda
suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine ortamdaki
polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği
karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl
yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür.13
Öte yandan, evrimcilerin bu gerçek karşısında ağız
değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri
de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları
varsayılan aminoasitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak
yegane ortam denizler ve okyanuslardır. Karada ultraviyole
yüzünden parçalanırlar. Le Châtelier prensibi ise
denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir. Bu da evrim
açısından bir başka çıkmazdır.
Fox'un Deneyi
Üstte açıkladığımız çıkmazla yüz yüze kalan evrimci
araştırmacılar, tüm teorilerini çürüten bu "su sorunu"
üzerine olmadık senaryolar üretmeye başladılar. Sydney Fox
bu araştırmacıların en tanınmışlarından biriydi. Fox, su
sorununu çözmek için şöyle bir teori ortaya attı: Ona göre,
ilk aminoasitler, ilkel okyanusta oluştuktan hemen sonra bir
volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenmiş olmalıydılar.
Kayalıkların üzerindeki aminoasitleri içeren bu karışımın
içerdiği su, ısının kaynama derecesinin üzerine çıkmasıyla
buharlaşmış olmalıydı. Böylece "kuruyan" aminoasitler,
proteinleri oluşturmak üzere birleşebilirlerdi.
Fakat bu "çetrefilli" çıkış yolu da pek kimse
tarafından benimsenmedi. Çünkü aminoasitler, Fox'un öne
sürdüğü türden bir ısıya karşı dayanıklılık gösteremezlerdi:
Yapılan araştırmalar aminoasitlerin yüksek ısıda hemen
tahrip olduklarını ortaya koyuyordu.
Ancak Fox yılmadı. Laboratuarda, "çok özel
koşullarda", saflaştırılmış aminoasitleri kuru ortamda
ısıtarak birleştirdi. Aminoasitler birleştirilmiş ancak
proteinler yine elde edilememişti. Elde ettikleri, birbirine
rasgele bağlanmış basit ve düzensiz aminoasit halkalarıydı
ve herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı.
Richard B. Bliss ve Gray E. Parker, Fox'un deneyini şöyle
tarif ediyorlardı:
Sydney Fox saf kuru aminoasitleri 150-180 0C'de 4-6
saat ısıtarak proteine benzer moleküller elde etti.
Düşüncesi, ilkel dünyada da aynı olayın volkanların
yakınlarında gerçekleşmiş olabileceği idi.
Bu durumda şu soruların cevaplanması gerekir:
1- Eski dünyada saf kuru aminoasitler nasıl birikebilir?
2- Eğer Fox aminoasitleri bu sıcaklıkta daha fazla
bıraksaydı ne olurdu?
3- Eğer aminoasitler çok su püskürten volkanların yanında
bırakılsaydı ne olurdu?
4- Fox neden deneylerine Miller'ın elde ettiği ikinci kademe
moleküllerle değil, saf, kuru aminoasitlerle başladı?
Miller deneyinde sadece hayat için gerekli
molekülleri (Levo aminoasitler) elde etmekle kalmamış, aynı
anda evrime müdahale eden dextro aminoasitlerden oluşmuş
uzun bir zincir elde etmişti. Sonraki hiçbir bilim adamı
kimyasal evrimin gelecek basamağı için Miller'ın
aletlerindeki molekül karışımını kullanmadı.14
Burada son madde üzerinde özellikle durmakta yarar
var. Moleküler evrimin temeli sayılan Miller deneyinin,
geçersizliği ispat edildikten sonra bile gündemden
indirilmediğini belirtmiştik. Fakat daha sonraki
araştırmacılar, Miller'ın deneyinde ortaya çıkan işe yaramaz
ürünleri değil, sonuç elde etmek için gerekli aminoasitleri
kullandılar. Evrimciler tarafından kabul görmüş sayılan
Miller deneyinin ürünleri, hiçbir evrimci tarafından
kullanılmadı. Evrimin ikinci halkasının ispatı olarak
gösterilen Fox deneyinde evrimin birinci halkası sayılan
Miller deneyi gözardı edildi. İkinci aşaması, birincisini
kabullenmeyen bir teori vardı ortada...
Fox'un sözkonusu deneyleri evrimci çevrelerde bile
pek olumlu karşılanmadı. Zira Fox'un elde ettiği anlamsız
aminoasit zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda
oluşmayacağı çok açıktı. Dahası, canlıların yapıtaşları olan
proteinler hala elde edilememişti. Proteinlerin kökeni
problemi başlangıçta olduğu gibi hala ayaktaydı. 1970'li
yılların popüler bilim dergisi Chemical Engineering News'da
yayınlanan bir makalede Fox'un gerçekleştirdiği deney
hakkında şöyle deniyordu:
Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma
teknikleri kullanarak, dünyanın ilk devirlerinde hiç
varolmamış şartlarda aminoasitleri "proteinoidler" adı
verilen bir şekilde, birbirine bağlamayı başarmışlardır.
Bununla beraber bunlar, canlılarda bulunan çok düzenli
proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar, hiçbir işe
yaramayan, düzensiz lekelerden başka birşey değildirler. İlk
devrelerde bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse
bile, bunların parçalanmamaları mümkün değildir.15
Gerçekten de Fox'un elde ettiği "proteinoidler"
gerçek proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktır.
Bir canlı proteininde aminoasitler, belirli çeşit, miktar,
dizilim ve üç boyutlu yapıda birleştikleri için bir anlam ve
işlev kazanırlar. Ortalama 400 ile 1000 arasında
aminoasitten meydana gelen tek bir protein molekülü, üç
boyutlu biçimine ve içerdiği aminoasitlerin sayı, çeşit ve
dizilişlerine bağlı olarak tek bir hücre içerisindeki diğer
binlerce protein molekülüyle beraber değişik fonksiyonlar
yerine getirir.
Ancak Fox'un ürettiği dairesel biçimdeki ilkel ve
düzensiz moleküllerden ibaret olan proteinoidler, bilinçli
bir dizayna sahip olmadıklarından hiçbir işe yaramıyorlardı.
Proteinlerle aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla,
işlenmemiş bir metal yığını kadar fark vardı.
Dahası, bu düzensiz aminoasit yığınlarının bile
ilkel atmosferde yaşama şansı yoktu. Dünyanın o günkü
şartlarında yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve
kontrolsüz doğa koşullarının doğurduğu zararlı tahrip edici
fiziksel ve kimyasal etkenler, bu proteinoidlerin dahi
varlıklarını sürdürmelerine imkan vermeden parçalanmalarına
neden olacaktı. Aminoasitlerin ultraviyole ışınlarının
ulaşamayacağı şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le
Châtelier prensibi nedeniyle, söz konusu değildi.
Bu veriler ışığında bilim adamları arasında,
proteinoidlerin hayatın başlangıcını oluşturan moleküller
oldukları fikri giderek etkisini kaybetti.
Mucize Molekül DNA
Moleküler düzeyde buraya kadar incelediklerimizin
gösterdiği gibi, aminoasitlerin oluşumu evrimciler
tarafından hiçbir şekilde aydınlatılamamıştır. Proteinlerin
oluşumu ise başlı başına bir muammadır. Üstelik, sorun
yalnızca aminoasit ve proteinlerle sınırlı kalmaz: Bunlar
sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak,
hücre denen mükemmel varlık evrimciler açısından dev bir
çıkmaz oluşturur. Çünkü hücre yalnızca amino asit yapılı
proteinlerden oluşmuş bir yığın değildir. Yüzlerce gelişmiş
sistemi bulunan, insanoğlunun halen tüm sırlarını çözemediği
karmaşıklıkta bir canlı bütündür. Oysa az önce dediğimiz
gibi, evrimciler, değil bu sistemlerin, hücrenin
yapıtaşlarının bile nasıl meydana geldiklerini
açıklayamamaktadırlar.
Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama
gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki
bu moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah
getirememişken genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik
asitlerin, yani DNA ve RNA keşfi, teori için yepyeni
çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick
adlarındaki iki bilim adamının DNA hakkında yaptıkları
çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilim
adamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar
sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel
birkaç bilgi vermek yerinde olur: Vücuttaki 100 trilyon
hücrenin herbirinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül,
insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir.
Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç
organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre
sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan
dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır.
Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin
baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar
arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş
sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde
yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf
bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA
üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer
alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe
ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein
üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır.
Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA'da yer
alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade
edilmiştir.
Vücudumuzdaki organların herbiri farklı sayıda gen
tarafından kontrol edilir. Örneğin; deri 2559, beyin 29930,
göz 1794, tükürük bezi 186, kalp 6216, göğüs 4001, akciğer
11581, karaciğer 2309, bağırsak 3838, iskelet kası 1911 ve
kan hücreleri 22092 gen tarafından kontrol edilmektedir.
DNA'daki harflerin diziliş sırası insanın yapısını
en ince ayrıntılara dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt
rengi gibi özelliklerin yanısıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600
kasın, 10,000 işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir
ağının, 100 milyar sinir hücresinin, 130 milyar
metre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon
hücrenin planları tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır.
Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir
sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale
getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu
düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin
doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı
daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan Salisbury bu
imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık
300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise,
yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde
dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000
nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir.
Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın
kavrama sınırının çok ötesindedir.16
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı"
sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 10'un yanına
620 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10'un yanında 11 tane
sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam
gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu
itirafı yapmak zorunda kalır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin
(DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir
olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya
çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.17
Bütün bu imkansızlıkların yanısıra, DNA çok zor
reaksiyona giren bir yapıya sahiptir. Çünkü DNA, çift
zincirden oluşmuş sıkı bir helezon şeklindedir. Bu bakımdan
da canlılığın temeli olması düşünülemez.
Dahası, DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım
enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi
de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her
ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşlemenin meydana
gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları
gerekir. Ya da ikisinden birinin daha önce "yaratılmış"
olması zorunludur. Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson, bu
konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme
planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme
sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların
tamamına ait emirlerin o anda birarada bulunmaları
gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen
gerçekleşemez.18
Yukardaki ifadeler 1955 yılında, yani James Watson
ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının
aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki
tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için çözümsüz
kalmaya devam etmektedir. Özetle, üremede DNA'ya duyulan
ihtiyaç, bu üreme için bazı proteinlerin mevcut olma
zorunluluğu ve bu proteinlerin de DNA'daki bilgilere göre
yapılma mecburiyeti, evrimci tezleri çok somut bir biçimde
çürütmektedirler.
Örneğin Alman bilim adamları Junker ve Scherer de
kimyasal evrim için gerekli olan moleküllerin hepsinin
sentezinin ayrı ayrı koşullar gerektirdiği ve kuramsal
olarak bile elde edilme yöntemi birbirinden farklı birçok
maddenin biraraya gelme şansının hiç olmadığını şöyle
açıklarlar:
Şimdiye değin kimyasal evrim için gerekli tüm
moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor. Dolayısı
ile çeşitli moleküllerin değişik yerlerde çok uygun
koşullarda üretilip, hidroliz ve fotoliz gibi zararlı
etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine
taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez
çünkü böyle bir olayın kendi kendine gerçekleşme ihtimali
yoktur.19
Kısacası evrim teorisi moleküler düzeyde
gerçekleştiği iddia edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirini
ispatlayabilmiş değildir. RNA molekülünün nasıl olup da
kendine bir hücre zarı bulduğu, daha sonra hücre
organellerini nasıl ortaya çıkardığı gibi birçok soru
cevapsız beklemektedir.
İlkel Atmosfer
Deneyleri Başarısız
Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca özetlersek, ne
amino asitler ne de bunlardan meydana gelen ve canlıların
hücrelerini oluşturan proteinler, "ilkel atmosfer" ismi
verilen ortamlarda hiçbir şekilde üretilememişlerdir.
Dahası, proteinlerin inanılmaz karmaşıklıktaki kimyasal
yapıları, sağ-el, sol-el özellikleri, peptid bağlarının
oluşmasındaki zorluklar gibi faktörler, proteinlerin
gelecekte de bu çeşit deneylerde üretilmelerinin imkansız
olduğunu göstermektedir.
Kaldı ki proteinlerin tesadüfi bir şekilde
oluştukları bir an için farzedilse bile bu hiçbirşey ifade
etmez, zira proteinler tek başlarına hiçbir anlam ifade
etmezler. Çünkü proteinler kendilerini çoğaltamazlar. Ancak
DNA ve RNA moleküllerinde şifrelenmiş bir protein molekülü
için bir seri üretim mümkün olabilir. DNA ve RNA olmadan bir
proteinin çoğaltılması imkansızdır. DNA'da şifreli olarak
kaydedilmiş 20 ayrı çeşit amino asidin belli bir şekilde
sıralanması, vücuttaki herbir proteinin yapısını belirler.
Oysa, önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, DNA ve
RNA'nın rastlantılarla meydana gelmesi ihtimal dışıdır.
Hayatın başlangıcını araştıran evrimcilerin
karşılaştıkları en önemli sorunlardan biri, işte bütün bu
moleküllerin çoğalmak için birbirleriyle yardımlaşıyor
olmasıydı. DNA, içinde bilgi bulunan bir kitap gibiydi.
Proteinler ise çok önemli işlemler yürütmelerine karşın,
DNA'nın üzerinde yazılı bilgi olmadan üretilemiyorlardı. DNA
olmadan proteinlerin, proteinler olmadan DNA'nın varolması
imkansızdı. Bir protein tesadüfen sentezlenmiş olsa bile —ki
böyle bir olayın ne derece imkansız olduğunu açıklamıştık—
bu durum, o protein kendisini kopyalayamayacağı için
hiçbirşey ifade etmeyecekti.
Dahası bir an için DNA ve RNA'nın da bir şekilde
oluştuğunu farzetsek bile, bunların protein sentezlemeleri
için ancak hücre gibi son derece kompleks ve özelleşmiş bir
ortam gereklidir. Hücrenin de yine, DNA, RNA, proteinlerden
oluşmuş organeller, enzimler ve son derece karmaşık işlemler
barındıran bir yapı olduğu düşünülürse olay bir kısır
döngüye girmektedir: hücre olmadan DNA protein üretemez, DNA
olmazsa protein çoğalamaz, proteinler olmazsa hücre diye
birşey söz konusu olamaz...
İşte bu ve benzeri faktörlerin yavaş ve uzun süren
bir dönemin sonunda bilim çevreleri tarafından
kabullenilmesi sonucunda proteinlerin hayatın başlangıcı
olduğuna dair teoriler geçerliliklerini kaybettiler. 1950'li
yıllarda ilkel atmosfer deneyleriyle başlayan bu "protein
deneyleri" dönemi, böylece birkaç on yıl geçmeden sona erdi.
Artık çok az kişi, proteinlerin yeryüzünde kendiliğinden
oluşabileceğine ve bu proteinlerin de hayatın başlangıcına
kaynaklık edebileceğine inanıyordu.
Proteinlerin elde edilmesindeki imkansızlık,
evrimcileri hayatın başlangıcını açıklamaya çalışan yeni
teoriler üretmeye itmişti. Bunlardan evrimciler arasında en
çok kabul göreni ise "RNA dünyası" modeliydi.
RNA Deneyleri Dönemi
1986 yılında Harvard'lı kimyacı Walter Gilbert ilk
defa "RNA dünyası" terimini ortaya attı. Gilbert bu terimi
şöyle açıklıyordu: "RNA molekülleri ve birtakım yardımcı
faktörler, ilk hücresel oluşumları yerine getirebilecek
yeterli enzim grubunu oluşturabilirler." Böylece Gilbert
RNA'nın canlılığın başlangıcında temel etken olduğu
düşüncesini geliştirdi.
RNA deneyleri dönemini incelemeden önce, RNA ve
bunun hücre içindeki görevleri hakkında bazı bilgiler elde
edinmemiz gerekir.
RNA, hücrede genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülüne
benzer. Ancak tek bir farkla; DNA çift sarmal bir yapıya
sahipken RNA molekülü tek bir zincire sahiptir. RNA'nın bu
yapısı, hücre içindeki belli faaliyetleri yerine
getirebilmesi açısından önemlidir. Canlı hücrelerinde RNA
molekülü, protein sentezi sırasında DNA molekülüne yardım
eder.
Evrimcileri RNA molekülünün hayatın başlangıcı
olabileceğini düşünmeye iten nokta, canlılardaki RNA
molekülünün kendi kendini kopyalama yeteneğine sahip
olmasıydı. RNA molekülü, hücre içi faaliyetleri sırasında
sadece kendi üzerindeki bilgiyi kullanarak kendisini
kopyalayabiliyordu. 80'li yılların ortalarında RNA
molekülünün "katalizör" ismi verilen bu özelliğinin
keşfedilmesi, evrimcileri tekrar heyecanlandırdı.
Proteinlerin aksine RNA molekülünün kendisini kopyalama
yeteneğine sahip olması, bu molekülün canlılığın başlangıcı
olabileceği fikrini doğurdu.
Hayal güçleri kuvvetli bilim adamları hemen bir
senaryo yazmakta gecikmediler. Senaryoya göre bundan
milyarlarca yıl önce, kendisini kopyalayabilen bir RNA
molekülü atmosfer şartlarının etkisiyle tesadüfen
kendiliğinden oluşmuştu. Sonra bu RNA molekülü çevre
şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye
başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde
saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya
çıkmıştı. Mutasyonlar ve Darwinist doğal seleksiyon
mekanizması da, uzun süreler sonunda bu ilkel hücrenin daha
gelişmiş bir hücreye dönüşmesine yardım etmişti.
En "saygın" evrimci bilim adamlarının hayatın
başlangıcı sorununa böylesine bir çözüm önerisi ortaya
atmaları, birçok kişinin yüzünde ancak bir tebessüm
ifadesinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Hayal etmesi bile
güç olan bu teori, hayatın başlangıcına açıklama getirmek
yerine, sorunu daha da büyütmüştü. Pekçok içinden çıkılmaz
soru belirmişti: RNA kendisini kopyalarken kullanacağı yeni
nükleotidleri nereden bulmuştu? Normalde hücrede son derece
özel koşullar altında meydana gelen böyle bir kopyalanma
işlemi, ilkel dünya şartlarında nasıl gerçekleşebilmişti?
Tüm bu sorular cevapsız bırakılıyordu. 80 li yılların
sonunda "RNA dünyası" deneylerinin tarihsel bir
değerlendirmesini yapan tanınmış kimyager Klaus Dose şu
yorumu yapıyordu:
Hayatın kökleri üzerindeki 30 yıllık kimya ve
moleküler evrim araştırmaları, problemin çözümünden çok,
durumun ciddiyetini anlamamıza yolaçtı. Şu andaki teoriler
ve deneylerin hepsi ya başarısızlıkla sonuçlanıyor ya da
görmek istemediklerimizi ortaya çıkarıyor.20
Canlılardaki RNA molekülünün kendisini
kopyaladığını gören bilim adamları, hemen aynı şeyin ilkel
atmosfer ortamında da gerçekleşip gerçekleşmeyecegini
denemek istediler. Tekrar Miller'in protein elde etmek için
yapmış olduğu deneyler tekrarlanmaya başlandı, ancak bu
seferki amaç, protein elde etmek değil, kendi kendini
kopyalayabilen bir RNA molekülü elde etmekti. Böylece belki
de canlılığın kendiliğinden yeryüzünde ortaya çıkabileceği
gösterilmiş olacaktı.
Ancak bu kez evrimciler, ilkel atmosfer ortamını
tekrar canlandırmak yerine direkt olarak laboratuvarlarda bu
işlemi gerçekleştirmeyi denediler. Çünkü hiç kimse Miller'in
yapmış olduğu gibi bir deneyin benzerinin sonucunda RNA'nın
veya bunu oluşturan moleküllerin ortaya çıkabileceğini
ummuyordu! Zira canlılarda bulunan RNA molekülü, bir
proteinle bile kıyaslanamayacak derecede özelleşmiş bir
yapıydı...
Sonunda kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü
üretmek üzere batılı evrimci bilim adamlarının
laboratuvarlarında hummalı bir çalışma başlatıldı. Uzunca
bir süre kontrollü ortamlarda, deney tüpleri, ölçüm
cihazları ve teknik aletlerin yardımıyla RNA molekülleri
üzerinde çalışmalar yapılmaya başlandı. Ancak çalışmalar
devam ettikçe araştırmacılar umutlarını gittikçe
kaybediyorlardı; tüm çabalara rağmen laboratuvar ortamında
kendisini kopyalayabilen tek bir RNA molekülü bile elde
edilememişti.
RNA deneyleri sonunda gelinen en son nokta, RNA yı
oluşturan "nükleotid" isimli parçaların elde edilmesi
olmuştu. Ancak, bunların elde edilmesi de laboratuarlarda
herhangi bir kimyasal madde elde edilmesinden farksızdı.
Yani uygun şartlar (sıcaklık, basınç, kontrol sistemleri,
katalizörler) ve uygun hammaddeler kullanıldığında diğer
pekçok kimyasal bileşik gibi nükleotidler de
laboratuvarlarda sentezlenebiliyordu. Bu deneylerin, ilkel
atmosfer ortamında nükleotidlerin tesadüfler sonucu
oluştuğunu kanıtlama gibi bir anlamı yoktu. Karmaşık bir
formüle ve yüksek bir maliyete sahip bir kanser ilacının
biyokimya laboratuvarlarında üretilmesinin onun doğada ya da
ilkel dünya şartlarında kendiliğinden oluşabileceğini
göstermemesi gibi... Fakat bu bile evrimcileri sanki
teorilerini ispatlayan birşeyler bulmuş gibi boş bir sevince
sürüklemeye yeterliydi.
RNA'lı deneyler dönemi daha nükleotidler aşamasında
noktalanmıştı. Çünkü asıl aşamayı, yani "üretilmiş"
nükleotidleri, kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülünü
oluşturacak şekilde birleştirmeyi kimse başaramamıştı.
Fransız araştırmacı Paul Auger bu durumu şöyle izah
etmekteydi:
Rastgele kimyasal olaylar vasıtasıyla nükleotidler
gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki
aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek
tek nükleotidlerin üretilmesi —ki bu belki mümkün olabilir—
ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması.
İşte bu ikincisi, olanaksızdır.21
Böylece evrimcilerin değil ilkel atmosfer
ortamında, kendiliğinden oluşan şartlar altında, laboratuvar
ortamında bile RNA molekülünü oluşturma çabaları hiçbir
sonuç vermedi. Evrimcilerin RNA molekülü üzerine kumuş
oldukları tüm senaryo, başarısız deneyler sonucuna
yıkılmıştı.
Buraya kadar anlatmış olduğumuz çalışmaların
aslında sadece tek bir amacı vardır:
Canlılığın cansızlıktan ortaya çıkabileceğini
göstermek. Ama hiçbir şekilde bu amaç
gerçekleştirilememiştir. Evrimciler değil binlerce
proteinden oluşan bir hücreyi elde etmek, tek bir proteini,
tek bir kendini kopyalayabilen RNA molekülünü bile elde
edememişlerdir. Evrim teorisinin bu başarısızlıkları,
canlılığın kesinlikle kimyasal süreçler sonucunda
kendiliğinden ortaya çıkamayacağını ispatlamakta ve
canlılığın ancak Allah'ın yaratmasıyla ortaya çıktığını
göstermektedir. Evrimcilerin görmek istemedikleri bu gerçek,
bilimsel bulguların daima Yaratıcı'yı göstermesi sorucunda
daima karşılarına çıkmaktadır.
Nature Dergisinde yazdığı bir yazıda Sir
Fred Hoyle şöyle demektedir:
Canlılığın cansız maddelerden oluşma olasılığı 1 ve onun
yanında 40.000 sıfırdır... Bu ise hem
Darwin'i hem de onun Evrim teorisini gömmeye yetecek
büyüklükte bir sayıdır. "İlkel çorba" ne Dünya'da
ne de bir başka gezegende asla varolmamıştır. Canlığın
başlangıcı kesinlikle tesadüflere bağlı değildir, bu sebeple
bu ancak bilinçli ve mükemmel bir yaratmanın sonucu
olmalıdır. 22
Charles B. Taxton ise Mystery of Life's Origin de
şu yorumu yapmaktadır:
...Uzak bir galaksiden gelen bir radyo sinyali olsak, herkes
bunun orada zeki varlıkların bulunduğunun bir kanıtı
olduğunu bilir. Peki, Öyleyse DNA daki mesaj da acaba benzer
bir delil değil midir?23
Evrimcilerden İtiraflar
Evrimin aslında "ispatlanmış bir gerçek"
değil, ispatlanmaya çalışılan bir inanç olduğunun en büyük
delili, önde gelen evrimci bilim adamlarının yaptıkları
itiraflardır. Hücre içindeki benzersiz enzim sistemleri,
protein ve DNA'nın üstün yapısı, bu itirafların odaklandığı
noktalardan birkaçıdır.
Evrim alanındaki en geçerli kaynaklardan biri
olarak kabul edilen Am Anfang War der Wasserstoff
(Başlangıçta Hidrojen Vardı) adlı —ve Türkçe'ye Dinozorların
Sessiz Gecesi adıyla çevrilen— kitabın yazarı Hoimar von
Dithfurt, bu itirafçılardan biridir. Dithfurt, solunum
sistemini oluşturan enzimlerin varlığını açıklamada evrimin
nasıl çaresiz kaldığını itiraf eder. Ancak bununla birlikte
evrimci bir bilim adamının salt "evrime inandığı için" böyle
bir problemi göz ardı etmek zorunda olduğunu da belirtir:
Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle
bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik
evrimin en temel sorusudur. Bu soruya verilen yanıtlara göre
düşünürler de öbeklere ayrılırlar. Bu soruya "evet
mümkündür" yanıtı vermek, modern doğa bilimine olan inancı
doğrulamak gibi bir şeydir. Biraz kötü bir niyetle ifade
etmek istersek şöyle de diyebiliriz: Modern doğa biliminden
yana olan bir kimse, bu soruya "evet" yanıtını verme
ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını
anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış,
bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca
doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır. Ama işin
burasında, olup biteni doğa yasalarıyla, dolayısıyla
"rastlantı" ile açıklaması, söz konusu kimsenin köşeye
sıkışmışlığının bir belirtisidir. Çünkü bu durumda zaten
rastlantıya inanmasın da ne yapsın? 24
Ditfurth'un satırları arasında, "ideolojik
gereklilik"i ele veren daha başka bölümler bulmak mümkündür.
Bir yerde şöyle der: "... Bu karmaşık kimyasal tepkimelerin
yeryüzündeki hayatın devamı bakımından vazgeçilmez oluşunu,
bilimsel bir yoldan açıklamak istiyorsak, rastlantı
kategorisine başvurmaktan başka bir çaremiz var mı ki?" Bir
başka paragrafında, "... doğabilimsel anlayışa bağlı kalarak
olayı açıklamak zorunda kalan biyolog..." 25 ifadesini
kullanır. Yani tesadüf imkansızdır, ama bir Yaratıcı'nın
varlığını kabul etmektense, yine de tesadüfe inanmak
gerekir!...
İmkansızı kabul etmenin bir yaratıcıyı kabul etmeye
tercih edildiği ortadadır. Evrimciler bu mantıkla, akıl ve
mantığın sınırlarını zorlayacak başka kabuller de yaparlar.
Evrimin Türkiye'deki önde gelen otoritelerinden Prof. Dr.
Ali Demirsoy şöyle yazar:
... Sorunun en can alıcı noktası,
mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek
bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması
aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların bir araya
toplanmasını gerektirir... Solunumu sağlayan ve her kademede
değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler,
mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir
hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır.
Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir
sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters
gelmekle beraber daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon
yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre
içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz
bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız. Ancak bu
enzim dizisinin tümüne rastlantı sonucu sahip olan bir
hücre, serbest oksijenli atmosfere uyum yapabilecektir.26
Satırlarda ortaya konan mantık yine aynı noktaya
işaret eder: Evrimcilerin amacı, "dogmatik bir
açıklama ve spekülasyon" diye ifade ettikleri şeyi
yapmamak, yani bir Yaratıcı'nın varlığını ne olursa olsun
kabul etmemektir. Buna şartlanmış durumdadırlar ve bu
yüzden, kesinlikle imkansız olan varsayımları kolaylıkla
kabul edebilirler.
Bu imkansız varsayımları mümkün gibi gösterebilmek
için de, çeşitli mantık oyunlarına başvururlar. Harvard
Üniversitesi öğretim görevlilerinden Profesör George Wald'ın,
canlılığı yaratan iradenin "zaman" olduğu yönündeki
açıklaması buna iyi bir örnektir:
Önemli nokta şudur; hayatın orijini, en azından bir
defa vuku bulan olaylar kategorisine girdiğinden, zaman
ondan yanadır. Ancak, biz bu hadiseyi ne kadar ihtimal dışı
saysak da, yeterli zaman içinde mutlak manada en azından bir
defa meydana gelecektir. Planın kahramanı gerçekte zamandır.
Yeterli zaman verilmesiyle "mümkün olmayan" mümkün olur.
Mümkün, "muhtemel" olur ve muhtemel de "hemen hemen kesin
bir hal" alır. Sadece beklemek yeterlidir. Zamanın bizzat
kendisi mucizeleri meydana getirir.27
Görüldüğü gibi evrimci bilim adamları, gerçekte
teorilerini mucizelerin ellerine teslim etmişlerdir.
Açıklanamayan binlerce nokta, bu "evrimsel mucize"
kelimesinin altında örtbas edilerek, teorinin yaşatılmasına
çalışılır.
Ancak mucize, sözlüklerdeki tanımıyla, "insan
aklının ölçülerini aşan, tabiat yasalarının dışına çıkan,
düşünce değil de dini inanca dayanan oluştur." 28
Evrimcilerin, evrim sürecinin kendisine "mucizeler"
atfetmeleri ise, bu evrim sürecine bilimsel değil, bir tür
inançla bağlı olduklarını gösterir. Bir başka deyişle, bir
"evrim dini"ne inanmaktadırlar ve bu dine sadık kalabilmek
için de her türlü imkansızı onaylamak durumundadırlar.
Bölüm Notları
1 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Ev rim, Ankara: Meteksan
Yayınları 1984, s. 61.
2 Ibid.
3 Fabbri Britannica Bilim Ansiklopedisi, Cilt:2, Sayı 22, s.
519.
4 Richard B. Bliss, Gray E. Parker, Origin of Life,
California: 1979, s. 14.
5 S. L. Miller, "Production of Amino Acids Under Possible
Primitive Earth Conditions", Science, Sayı 117, 1953, s.
258.
6 Kevin McKean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7.
7 Philip H. Abelson, "Chemical Events on the
Primitive Earth", National Academy of Science Proceedings,
Sayı 55, 1965, s. 1365.
8 J. P. Ferris, C. T. Chen, "Photochemistry of
Methane, Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the
Atmosphere of the Primitive Earth", Journal of American
Chemical Society, Cilt 97, Sayı 11, 1975, s. 2964.
9 Stanley Miller, Molecular Evolution of Life:
Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules,
1986, s. 7.
10Charles F. Davidson, "Geochemical Aspects of Atmospheric
Evolution", National Academy of Science Proceedings, Sayı
53, 1965, s. 1200.
11R. T. Brinkman, "Dissociation of Water Vapor and Evolution
of Oxygenic the Terrestrial Atmosphere", Journal of
Geophysical Research, Cilt 74, Sayı 23, 1969, s. 5366.
12Richard B. Bliss, Gray E. Parker, Origin of Life,
California 1979, s. 25.
13Richard Dickerson, "Chemical Evolution", Scientific
American, Cilt 239, Sayı 3, 1978, s. 74. 14Richard B. Bliss,
Gray E. Parker, Origin of Life, California 1979, s. 25.
15S. W. Fox, K. Harada, G. Kramptiz, G. Mueller, "Chemical
Origin of Cells", Chemical and Engineering News, 22 Haziran
1970, s. 80.
16Frank B. Salisbury, Doubts about the Modern Synthetic
Theory of Evolution, s. 336.
17Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları
1984, s. 39.
18Homer Jacobson, "Information, Reproduction and
the Origin of Life," American Scientist, Ocak 1955, s. 121.
19Reinhard Junker, Siegfried Scherer, "Entstehung Gesiche
Der Lebewesen", Weyel, 1986, s. 89.
20K. Dose “The Origin of Life: More Questions Than Answers”
Interdisciplinary Science News, Sayı 13, 1988, s. 348.
21Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970,
s. 118.
22Sir Fred Hoyle, Nature, Nov 12, 1981, p. 148
23The Mystery of Life's Origin: Reassessing Current Theories
Philosophical Library, 1984 s 211 212 24Hoimar von Ditfurth,
Dinazorların Sessiz Gecesi, 2. Kitap, Çev. Veysel Atayman,
2.b.
İstanbul: Alan Yayıncılık, Mart 1995, s. 64.
25Ibid., s. 65.
26Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları
1984, s. 94.
27George Wald, The Origin of Life: In the Physic
and Chemistry of Life, New York: Simon & Schuster, s. 12.
28Meydan Larousse, Cilt 9, s. 21.
Evrim Cephesinde Yeni Bir Şey Var
Senai DEMİRCİ
JOHN CAİRNS BİR MOLEKÜLER BİYOLOG ve evrime inanıyor. Çalışma arkadaşı Barry Hall de Darwin’e saygıda kusur etmiyor. Ne ki bu “iyi” yanları onları Darwincilerin ve NeoDarwincilerin düşmanca bakışlarından kurtaramıyor. Cairns ve Hall suçlular.
Suçları, şu geleneksel senaryonun bir yerine getirdikleri küçük bir itiraz: NeoDarwincilere göre, tüm türler genlerin rastgele mutasyonları ile evrimleşir. Bu rastgele mutasyonlar özellikle yiyecek bulmada, düşmanlarından kaçmada ve yeni oğullar vermede daha yetenekli canlı bireyleri çıkardığında, kuşaklar sonra bu yetenekli bireyler aynı tür içindeki diğer bireylerin yerini alır, hatta tümüyle yeni bir tür bile oluşturabilirler.
Cairns ve Hall, ard arda yaptıkları çok sayıda deneye dayanarak, bu senaryodaki rastgelelik’e karşı çıktılar. Meselâ, deneylerinden birinde, laktoz şekerini sindiremeyen bir bakteri topluluğunu alıp, yiyecek olarak yalnızca laktoz içeren bir ortama koyarlar. Başında, bekledikleri gibi, bakteriler yiyecek birşey bulamadıkları için çoğalamazlar. Ancak birkaç gün sonra, aynı ortamda çok sayıda, ama bu defa laktozu sindirebilen yeni bakteriler görürler. Ve buna bakterilerin genetik zincirinin birden fazla yerinde ortaya çıkan yeni değişikliklerin, yani mutasyonların eşlik ettiğini anlarlar. Ancak yeni mutasyonlu bakterilerin sayısı o kadar çok olunca, bunun “yalnızca rastgele mutasyonlarla açıklanamaz” olduğuna hükmederler. Sonuç: “Sanki, içeride bir moleküler bestekâr var ve hücrelerin çevresel zaruretlere ve ihtiyaçlara göre yeni davranışlar üretmelerini sağlıyor.”
Cairns ve Hall araştırmalarını, 1988’de Nature’da ilk yayınladıklarında kıyamet kopmuş; tüm evrimci biyologlarda korku ve nefrete yol açmışlar. Hatta, laboratuvar kontrollerini daha da sıkılaştırmaları ve bir an önce NeoDarwinci yoruma dokunmayan yeni bir senaryo önermeleri yolunda ültimatomlar bile almışlar. Tüm bunlara karşılık, Cairns, hiçbir fikrî taviz veremeyeceğini belirterek ekliyor: “Artık evrimin yalnızca rastgele mutasyonlarla olduğu ve başka hiçbir şeyin işe karışmadığında ısrar etmek, en azından prensipte, tümüyle yersiz.”
Cairns ve Hall bu konuda yalnız değil, hatta ilk bile değiller. Altmışlı yıllarda sesini yükseltmiş, ancak o gün bugündür NeoDarwinizmin ağır baskısı altında susagelmiş bir İngiliz bilim adamının, James Lovelock’un “Gaia” adını verdiği alternatif teorisini, böylece tekrar gündeme getirmişler. Gaia teorisine göre, yaşayan canlılar yalnızca fiziksel şartlara uymak zorunda olan pasif yolcular değil, kendi dünyalarının düzenlenmesinde birer aktif, enerjetik katılımcıdırlar. Gaia’nın alternatif yanı işte burası, yani hayat ve fiziksel şartları, canlıları ve dış dünyayı bir bütün olarak görmesi; Lovelock’un öğrencisi mikrobiyolog Lynn Margulis’in ifadesiyle, “organizmaların kendi aralarında ve çevresiyle işbirliği içinde davranmalarını öngörüyor” olması. Buna göre, çevresini kendi nesli için yaşanabilir tutabilen canlılar —Darwinizmin dediği gibi, çevre şartlarının hayatta kalmasına izin verdiği canlılar değil— hayatta kalır.
Ne çare ki, asla bir yaratılışçı sanılmamalarını özellikle vurgulamalarına rağmen, ve de hâlâ materyalist bilimin yorumunu aşamamış olmalarına rağmen, bu kadarı bile Lovelock ve Margulis’i “bir başka isim altında da olsa, Allah’ın kudret elinin dünyanın kaderini belirlediğini ima etmek”le suçlanmaktan kurtaramamış. Ne de olsa, Gaia, NeoDarwinci dünyanın yerine, bir işbirliği ve yardımlaşma küresi koyuyor çünkü. Oysa, sıra dindarlığa geldiğinde John Cairns’e göre, asıl NeoDarwincilerin kimseden geri kalır yanları yok. “Kendilerini bir dini savunmakla görevli Haçlılar gibi görüyorlar” diyor Cairns. “Ne pahasına olursa olsun, sadece savunuyorlar. Ancak, dünya onların çemberini kıracak.”
Kendi yaklaşımlarının hiç olmazsa önyargıdan uzak olduğunu vurgularken, Barry Hall hatırlatıyor: “Biyoloji bir deneysel bilimdir, teorik değil. Bizim işimiz kainatın nasıl işlediği konusunda sorular sormaktır, kehanette bulunmak değil.”
0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10