headerphoto

İndirgenemez Komplekslik

İlmi Araştırma Dergisi

Evrim teorisinin iddialarını bilimsel bulgular karşısında sorgularken başvurulması gereken en temel kaynaklardan biri, kuşkusuz Darwin’in kendi koyduğu kıstaslardır. Darwin, teorisini ortaya atarken, bu teorinin nasıl yanlışlanabileceğine dair birtakım somut ölçüler de belirlemiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabının pek çok bölümünde “eğer teorim doğruysa” diye başlayan pasajlar yer alır ve Darwin bu pasajlarda teorisinin gerektirdiği bulguları tarif eder. Darwin’in bu sözlerinden biri şöyledir:

Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, p.189)

Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak, günümüz teknolojisinin son ulaştığı bulgular göstermiştir ki, Darwin’in "göremiyorum" dediği kompleks organlar hemen her canlıda bulunmaktadır. Söz konusu bu organlar birbirinden bağımsız olan çok sayıda küçük parçanın bir uyum içinde çalışmasıyla işlev görebilir. Bu durum bilim adamları tarafından indirgenemez komplekslik olarak adlandırılmaktadır.

İndirgenemez komplekslik özelliğine sahip birçok organ vardır. Örneğin insan gözü yaklaşık olarak 40 tane ayrı küçük organdan oluşan kompleks bir organdır. Bu küçük organların hepsi bir arada çalışmalıdır ki gözümüz görme fonksiyonuna sahip olabilsin. Diğer bir deyişle, evrim savunucularının iddia ettikleri gibi her parça zaman içerisinde ayrı ayrı oluşmuş olamaz. Zira böyle olmuş olsaydı göz hiçbir zaman görebilen bir organ olamazdı. Gözümüz son derece ileri düzeyde bir görüntü teknolojisine sahiptir. Modern teknoloji son 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.

Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin “indirgenebilirlik” iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Yani evrimcilerin iddiası gibi kademe kademe oluşmamıştır. Gözümüz de tıpkı diğer organlarımız gibi bizlere Yüce Rabbimiz'in bir lütfudur. Nitekim, bir Kuran ayetinde Yaratıcımız Allah şöyle buyurmuştur:

O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 23)

 

 

Akıllı tasarım

 Murat Çiftkaya

GÖKYÜZÜ NEDEN mavidir? Çoğumuzun çocukken aklımıza gelen veya çocuklarımızdan duyduğumuz bir sorudur bu. Nobel Fizik Ödülü sahibi Eric Cornell, birkaç hafta önce, Pensilvanya’daki Akılı Tasarım tartışmaları sırasında Time dergisine yazdığı bir makalede bu sorunun iki şekilde cevaplanabileceğini söylüyor: 1. Gökyüzünün mavi olmasının nedeni Rayleigh dağılımındaki dalgaboylarıdır. 2. Gökyüzü mavidir, çünkü Allah öyle olmasını istemiştir.

Cevapları bu şekilde koyduktan sonra, Cornell şöyle bir çıkarıma ulaşıyor: “Gökyüzünün Allah öyle istediği için mavi olduğu fikri, bilim adamlarının Rayleigh dağılımını anlamadan önce mevcuttu. Bugün de mevcut, ama bilimsel bilgideki ilerlemeler dinî açıklamaları tamamlamış, onların yerini almamıştır. Yani, isterseniz Rayleigh dağılımını Allah’ın gökyüzüne mavi rengini verirken kullandığı bir yol olarak görebilirsiniz.”

Cornell, daha sonra sözü Akıllı Tasarım tartışmalarına getirip, bu teorinin bilimsel değil dinî bir izah olduğunu ileri sürüyor ve “Akıllı tasarım teoloji için heyecan verisi olsa da, bilim için sıkıcı bir fikirdir” diyor. “Bilim Allah’ın zihnini [planını] bilmeyi değil, tabiatı ve nesnelerin nedenlerini anlamayı hedefler.” O halde “Akıllı Tasarım’ı bilim/fen derslerinden çıkarmalı, belki onu din derslerine dahil etmeliyiz!”

Yaklaşık 150 yıldır hakim bilim tanımı şöyle yapılıyor: “Doğal olayları doğal nedenlerle izah etme faaliyeti.” Meselâ, C. de Duve Vital Dust: Life as a Cosmic Imperative isimli kitabının daha başında bu kurala itaat ettiğini ikrar ediyor: “Bu kitap boyunca, yaşamın doğal bir süreç olduğunu, onun kökeni, evrimi ve insan türü de dahil tezahürlerinin cansız süreçlerde olduğu gibi aynı yasalar tarafından yönetildiğini öngören egemen kurala uymaya çalıştım.”

Peki, bu egemen kuralın dışına çıkmaya, doğal olayları (doğal olmasa da) akla yatkın şekilde izah etmeye çalışırsanız ne olur?

Son yıllarda önce Amerika’da sonra da Türkiye de dahil diğer ülkelerde tartışmalara yol açan Akıllı Tasarım’ın uğradığı akıbete uğrarsınız. Yani, Cornell’in uyardığı gibi bilimdışı ilân edilirsiniz ve fen derslerinden kovulup din derslerine buyur edilirsiniz. Çünkü, yaptığınız bilim değil teolojidir!

Akıllı Tasarım, aslında dindar bazı bilim adamlarının girişimleriyle ortaya atılmış ve giderek hararetli tartışmaların konusu olan bir teori. Yakın zaman öncesine kadar, hayatın kökeni konusunda Batı’da (ve maalesef bizde) iki ana yaklaşım vardı. Darwin’in izinden giden ve hayatı doğal, tesadüfî süreçlerle izah eden Evrim Teorisi ve özellikle Tevrat’taki Tekvin âyetlerine dayanan Yaratılışçılık. Yaratılışçı yaklaşımın en baştan dinî bir kabulden yola çıktığı için bilim çevrelerinde kabul görmediğini fark eden Micheal Behe, Stephen Meyer ve W. Dembski gibi bilim adamları doğrudan bilimsel yöntemleri esas alan Akıllı Tasarım teorisini ortaya attılar.

Bu teori, özetle, canlıların özellikle moleküler düzeyde Darwin’in zamanında henüz keşfedilmemiş derecede “indirgenemez bir karmaşıklık” arzettiğini; materyalist bilim yorumunun çok basit bir tabiat resmi çizdiğini, oysa canlı varlıkların bu basit şemaya uyamayacak kadar büyük bir karmaşık yapıda bulunduğunu; tek bir parçasının çıkarılmasıyla bütün sistemin işlemez hale gelmesinin o sistemi indirgenemez bir kompleksliğe büründürdüğünü; bunun ise akıllı (intelligent) bir tasarımı zorunlu kıldığını söylüyor.

Gelgelelim, Akıllı Tasarım teorisi içeriği tartışılmadan, sırf evren dışında herşeyi tasarlamış ve yapmış bir Yaratıcı ihtimalini barındırdığı için bilimdışı ve dinî ilân ediliyor ve kelimenin tam anlamıyla “bilimsel aforoz”a tâbi tutuluyor.

ABD’de mahkemeler (Pensilvanya) kâh aleyhine kararlar veriyor ve bu teorinin Evrim Teorisiyle birlikte okutulmasını yasaklayabiliyor. Kâh Akıllı Tasarım’ın okullarda okutulabilmesine izin veriyor. Kansas’taki mahkemenin kararında egemen bilimsel paradigmaların dışına çıkan bir de tanım yapılıyor.

Yukarıda alıntıladığım tanımı hatırlayacak olursak, “bilim doğal olayları doğal süreçlerle izah” eder şekilde kabul edilirken, Kansas’taki mahkeme bilimi “doğal olayları akla yatkın (makul) biçimde izah” etme faaliyeti olarak tanımlıyor. Yani tabiatçılığı bilimin olmazsa olmaz şartı olarak görmüyor.

Uzun süredir varlığa ilişkin (bilimsel) faaliyetler tabiatçılığın, materyalizmin ve tesadüfiliğin kıskacındaydı. Ama görülen o ki, bu durum yavaş da olsa değişmeye yüz tutuyor.

Bununla birlikte, Cornell’in yazının başındaki ifadelerini değerlendirmek gerekiyor. Yani, daha baştan bir Yaratıcı’ya inanan insan neden nesneleri ve varlıkları merak etsin? Herşeye kolaycı şekilde “Allah öyle istemiş ve yapmış!” açıklaması varken, neden bilimsel araştırmaların motoru olan merak duygusunu köreltmesin? Bilimsel malûmat Yaratıcı’yı inkârın değil tanımanın vesilesi nasıl olabilsin?

Üzerinde düşünmeye değer bir konu.

 

 

 

0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10