İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!
Prof.Dr. Alaaddin BAŞAR
Peygamber Efendimiz (asm.) “Dünya ahiretin tarlasıdır.”
buyuruyor. Bu dünya tarlasında kim ne ekerse Allah ona o
cinsten mahsul veriyor. İnsanlar bu dünyada imanlarıyla,
salih amelleriyle, güzel ahlaklarıyla manevi çiçekler
ektikleri gibi, küfürleriyle, isyanlarıyla, kötü
ahlaklarıyla da yine manevi dikenler ekmiş oluyorlar. Her
iki tür ekimin de mahsulleri ahirette kendini gösterecek. Bu
mahsullerin kârı da, zararı da insanlar için.
Bir sohbette şöyle bir örnek verilmişti:
Bütün insanlar gözlerini açsa ve gündüz nimetinden
faydalansalar güneşin ışığında bir artma olmayacağı gibi,
bütün insanlar güneşe göz kapasalar onun ışığında bir azalma
olmaz.
Bu örnek, “İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez.
Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz.” cümlelerinin
açıklaması yapılırken söylenmişti.
İman, irfan, ibadet, takva, güzel ahlak da öyle değil mi?
Onlara kavuşan kişiler bir şeref kazanırlar, üstün insan
olurlar. Bütün insanlar bunlardan mahrum olarak yaşasalar bu
manevi değerler aslî kıymetlerinden hiçbir şey kaybetmezler.
Bir ilim dalını bütün insanlar takdir etseler, yahut inkâr
etseler, o ilmin aslî değerinde ne bir artma olur ne de
azalma.
İnsan ilme muhtaçtır; ilmin ise insana ihtiyacı yoktur.
Herkes cahil de kalsa ilmin üstün mertebesinde bir değişme
olmaz; onun aydınlığı cehaletin karanlığından daima
üstündür.
İlim tahsil eden kişi böylece bir mertebe kazanır. Bu,
öncelikle ruh ve kalp dairesinde gerçekleşir. Alim insan,
üstün insan olur. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
(Zümer, 9) ayetinde bu gerçek net biçimde ders verilir.
Bilgili olmanın dünya işlerinde de faydası görülür. Bir
konuda bilgisi ve ihtisası olan kişi hak ettiği makama
getirilir; diğer insanlardan daha fazla ücret alabilir.
İbadet de bir yönüyle ilim gibidir. İbadete kul muhtaçtır.
İbadet edilsin veya edilmesin onun değeri ne ise odur. Bunda
bir artma veya azalma düşünülemez.
İbadet bir manasıyla itaat demektir, bir diğer manasıyla
şükür.
İbadet insanın yaratılışı gereğidir ve ibadeti emreden
ayetler bir bakıma “insanı fıtratına uymaya” bir davettir.
Gözün yaratılışında görme vardır, ona görmenin emredilmesi
ne ise, insana ibadetin emredilmesi de onun gibidir. Şu
farkla ki, bu ikincisinde insan iradesi devreye girer. Dünya
imtihanının bir gereği olarak, insanoğlu kendi fıtratına
uygun hareket edip etmemekte serbest bırakılmıştır.
İnsan fıtratı ibadeti nasıl emrediyor? Bu noktada Nur
Risalelerinden şu tespiti aktarmak isterim.
“Fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale
karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek.” Lem’alar
Güzelliği sevmek insanın yaratılışında var. Gördüğümüz güzel
bir manzarayı sevmemiz için aklımızı yorup, sonra karar
vererek sevmeye başlamamız gerekmiyor, kalbimiz hemen sevgi
ile ona meyleder.
Mükemmel bir esere hayranlık duymak da böyledir. O da
yaratılışın bir gereğidir. Eseri kimin yaptığını dahi
sormadan öncelikle ona hayran olur, daha sonra sanatkârı
hakkında bilgi ediniriz.
Yapılan bir ikrama, bir insana karşı teşekkür etmek, minnet
duygusu beslemek de yine fıtratın bir gereğidir.
O halde, bütün sıfatları sonsuz kemalde, bütün isimleri
güzel ve bütün icraatları nimet ve ihsan dolu olan Rabbimize
ibadet etmemiz yaratılışımızda var.
Gözün yaratılışında görme vardır, demiştik. Göz bu görevi
yaptığında hemen karşılığını görür; baktığı eşyanın
görüntüsü onda tecelli eder. Dağa bakmışsa onun görüntüsünü
içine alır, güneşe bakmışsa güneşe kavuşur.
O halde, ibadet görevini yerine getiren insan da bir şeyler
kazanacaktır. İşte bu kazanç Allah kelamında şöylece nazara
verilir:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize
ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız
(erersiniz).” (Bakarai, 21)
Ayetin başında, ibadetin illeti, yani “Niçin ibadet
ediyoruz?” sorusunun cevabı şöyle verilmiş oluyor:
“O sizin Rabbiniz olduğu için.”
Kulluk, kulun görevidir. İnsan, kendisini bir damla sudan
bugünkü mükemmel hale getiren, gözünü görecek, kulağını
işitecek, ağzını konuşacak… şekilde terbiye eden Rabbine
şükürle, ibadetle mükelleftir.
Ayetin devamında bu fıtri görevi yerine getirenlerin
mükâfatı,“takva mertebesine nail olmak” şeklinde belirlenir.
Takva üçe ayrılıyor:
-Şirkten takva: Allah’a ortak koşmaktan sakınmak.
-Masiyetten takva: Günahlardan kaçınmak.
-Masivadan takva: Allah’tan gayrı her şeyi kalbinden
uzak tutmak. (Sevgisini de korkusunu da Allah’a has kılmak.
Mahlukları ancak O’nun namına sevmek.)
Takva konusu Fatiha’yı hemen takip eden Bakara Suresinin
ikinci ayetinde şöyle nazara verilir:
“Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap (Kur’an),
muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet kaynağı ve yol
göstericidir.”
Bir sonraki ayette takva sahiplerinin sıfatları şöylece
sıralanır:
-Onlar gabya inanırlar,
-Namaz kılarlar,
-Kendilerine verdiğimiz mallardan zekât verirler.
Takva mertebesine ermek, imanın kuvvetlenmesini, namaz ve
zekât gibi ibadetlerin daha mükemmel şekilde yerine
getirilmesini netice veriyor. Böyle bir mümin, “Allah’ın
kendisinden razı olduğu kul” olma mertebesine erişir. Rıza
mertebesi ise bütün derecelerin üstündedir.
Bu şerefe nail olmak, başlı başına bir mükâfattır. Ama iş
bununla kalmaz. Allah, razı olduğu bu kullarını ebedî saadet
diyarında, sonsuz nimetlerine kavuşturur.
Takva sahipleriyle ilgili bir başka ayet-i kerimede bu
bahtiyar zatların sıfatları şöylece sıralanır:
-Onlar bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar,
-(Kızdıkları zaman) öfkelerini tutarlar ve insanları
affederler….
-Bir kötülük işlediklerinde, yahut nefislerine
zulmettiklerinde hemen Allah’ı hatırlarlar ve günahlarına
tövbe ederler….
-İşledikleri kötülüklerinde bilerek ısrar etmezler. (Âl-i
İmrân, 134-5)
Bütün bunlar kâmil müminin vasıflarıdır. Demek oluyor ki,
ibadetin meyvesi takva, takvanın karşılığı da böyle üstün
bir mertebeye erişmektir.
Bir kulun takva ile manen yükselmesi ve yücelmesi Rabbini
razı eder. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, Allah her şeyden
müstağnidir, hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsanın bu
yükselişi kendisi için bir kemaldir, bir menfaattir. Allah,
onun yükselmesine muhtaç olmadığı gibi alçalmasından da,
(hâşâ), bir zarar görecek değildir. Her iki halde de sonuç
kula aittir; zarar da menfaat de onun içindir.
“Herkesin kazandığı ya kendi lehine, yahut kendi
aleyhinedir.” (Bakara, 286)
Bu nokta üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bir hadis-i
kutsîde şöyle buyrulur:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim
(bilinmek istedim) ve mahlukatı yarattım.” (Acluni, II,
132)
Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Allah’ın bir ismi Samed,
yani her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil.
Bugün gördüğümüz her şey, yıldızından güneşine, dağından
denizine kadar hep yoklukta idiler. Onları Allah var etti.
Ve Allah, onların var olmalarına muhtaç değil.
Daha sonra canlıları yarattı. Onlara göz verdi, kulak verdi.
Ve Allah, onların görmelerine ve işitmelerine muhtaç değil.
Sonra insanları yarattı, onlara akıl verdi, kalp verdi. Bu
varlık alemindeki harikaları düşünme ve onları yaratana iman
etme kabiliyeti lütfetti.
Ve Allah, aklın anlamasına da kalbin inanmasına da muhtaç
değil.
Kısacası, Allah, yarattığı mahlukların ne kendilerine ne de
yaptıkları işlere muhtaç değildir. Çünkü, onları da yaratan
O, işlerini de.
Konuyu bazı örneklerle biraz daha açalım:
Güneşi o yarattığı gibi ışığı da O yaratmıştır. O halde,
Allah ne güneşe muhtaçtır, ne de onun ışık vermesine.
Ağacı o yarattığı gibi meyveyi de O yaratmıştır. O halde,
Allah ne ağaca muhtaçtır, ne de onun meyvesine.
Mideyi O yarattığı gibi ondaki hazım faaliyetini de O
yaratmıştır. O halde, Allah ne mideye muhtaçtır, ne de onun
hazmetmesine.
Madde alemindeki bu üç örneği, ruh ve mana iklimine de
taşıyabiliriz.
Aklı Allah yarattığı gibi anlamayı da o yaratmıştır. O
halde, Allah ne aklın varlığına muhtaçtır, ne de onun
anlamasına.
Kalbi Allah yarattığı gibi ondaki inanma kabiliyetini de O
yaratmıştır. O halde, Allah ne kalbin varlığına muhtaçtır,
ne de onun inanmasına.
Allah kalbin inanmasına muhtaç olmadığı gibi o inancın amel
alemine dökülmesi demek olan ibadete de muhtaç değildir.
Allah’ın kemali sonsuzdur. Sonsuz için ne artış
düşünülebilir, ne de azalış. Bütün insanlar kâmil müminler
olsalar Allah’ın kemalinde bir artış olmayacağı gibi, bütün
insanlar birer Firavun kesilseler Onun kemalinde bir azalma
düşünülemez.
Kazanan da insandır, kaybeden de. Allah hakkında bu
kelimeler konuşulamaz.
Düşünme ve iman etme, insan ruhunun en büyük ihtiyaçlarıdır.
İnsan, bunlarla gerçek insan oluyor ve kemalini buluyor.
Aksi halde, bitkiler ve hayvanlarla ortak bir hayat sürüyor.
O büyük sermayesini bu küçük işlere harcamakla nefsine
zulmediyor, zarar ediyor, küçülüyor ve Kur’anın ifadesiyle
“hayvan gibi, hatta ondan daha aşağı” bir dereceye iniyor.
Allah, onun bu düşüşünden bir zarar görmediği gibi, onun
yükselişine de muhtaç değil; her ikisi de kulun kendisi
için.
0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10