İnsan niçin yaratılmıştır? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?
Sorularla İslamiyet
Soru:
İnsanlar neden yaratılmıştır, sorusuna cevap olarak,
insanlar Allah'a ibadet etmek için yaratılmıştır,
denilmektedir. Ama Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı
yoktur. O zaman neden ihtiyacı olmadığı bir şeyi yaratsın?
Cevap 1:
“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap
oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına
sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu
soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da
güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka
arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor
ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını
istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir
arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi
yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin
kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla,
Peygamber diliyle cevapları verilir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk-
etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Sûresi, 56)
Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana
üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz,
oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani,
insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra
bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.
İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve
hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir
vazifesini ifa etsin.
İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna
erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.
Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve
onu tanımanın meyveleridir.
Nur Külliyatından bir marifet dersi: “Şu kâinattan maksad-ı
âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i
insaniyedir.” ( Sözler, 264 .)
Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün
alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka
güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve
biz her namazda Fatiha Sûresini okurken alemlerin Rabbine
hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan
etmiş oluruz.
Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de.
Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan
faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek
Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet”
vazifemizi yerine getiririz.
Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin,
midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye
edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını
hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete
karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise
ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ
ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan
daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var
ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha
küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü
etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.
Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz,
renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline
gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını
hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini,
kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna
müsait değildir.
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O,
aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda
görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği
düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi
küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir
milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok
fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî
sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece
Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına
kavuşur.
Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür.
Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve
onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte
düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.
Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler
söylenebilir.
Nur Küllîyatında, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet
ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede
niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle
denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir.
Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife
gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan
bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün
bir varlık âlemi.
Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake
na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da
namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin
ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet
yapmış demektir.
İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi
doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz
verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü
meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o
meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür
etme kabiliyeti bulunacaktır.
Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat
ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve
özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir(asm.).
“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî
hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben
felekleri yaratmazdım.”
Nur Küllîyatında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis
mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim
etmek isterim:
- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme,
işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir
vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları
bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi
değerlendirmek.
- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet
dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.
- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun
namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret
etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.
- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta”
yaratıldığının şuurunda olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı
ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.
- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve
sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.”
Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul
etmek.
- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden
birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.
- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran
Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini
tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret
sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan
bilmek.
- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden,
pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.
- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle
meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.
İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne
yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden
gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde
geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil
etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki
bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini
onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.
Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp
gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte
adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.
Cevap 2:
Bir doktor, bir hastaya bazı ilaçları mutlaka kullanması
gerektiğini söylese, hasta da o doktora: Bu ilaçları benim
kullanmama senin ne ihtiyacın var diyebilir mi? Hayır. Çünkü
o ilaçlara doktorun değil hastanın ihtiyacı vardır. Bunun
gibi ibadetlere de haşa Allah'ın değil bizim ihtiyacımız
vardır.
Yeryüzünün tamamını küçücük aynalardan oluşmuş farz edelim.
Bu aynaların ışık ve sıcaklığı gökteki güneşten alacakları
apaçık bir gerçektir. Gökteki güneşin aynalarda
yansımasında, onları ışıklandırmasında bir ihtiyacı olduğu
düşünülemez. Yani güneşin aynalarda yansıyıp yansımaması bir
ihtiyaçtan dolayı değildir. Yansıma hadisesi olmasa da onun
ışığından, sıcaklığından, yedi renginden hiçbir şey
eksilmez. Güneş, ışığı ve kütlesi ile ne ise yine odur.
Yansıma olayındaki bütün fayda ve menfaat, ancak aynalara
aittir. Onlar, karanlıktan kurtulup, ışığa kavuşma hususunda
güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş, onların aydınlığa
çıkmalarına muhtaç değildir.
Şimdi yukarıdaki örneği biraz daha geliştirerek güneşi ilim,
irade, kuvvet ve hayat sahibi; aynaları da akıl ve şuur
sahibi olarak kabul edelim. Şimdi tekrar düşünelim, akıl ve
şuur sahibi aynalar, güneşi sevmeleriyle güneşin
mükemmelliğine, muhteşemliğine ne katabilirler? Yahut ona
isyan ederek onun yüce şanından ne eksiltebilirler? Mesela
güneşin bitki ve hayvanlara ışık vermesinde ne faydası
olabilir? Yahut vermemesinde, onun için ne eksiklik
düşünülebilir? Elbette hem fayda hem de zarar onlara aittir.
Aynen yukarıdaki misaller gibi, Allahın varlık âlemini
yaratmasında Onun sonsuz kemalinde bir fazlalık olduğu
düşünülemez. Mevcudatı yaratmasaydı yine onun kemalinden
hiçbir şey eksik olmazdı. Mesela hadsiz yıldızlarla
yaldızlanmış şu gök kubbenin, üzerimizde bir çadır gibi
çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle süslenmiş
bir halı gibi ayağımızın altına serilmesindeki bütün
faydalar bize aittir.
Hak Teâlâ, ne varlıkların yokluktan varlık âlemine
çıkmalarına, ne meleklerin onu sena ve methetmelerine, ne de
insanların ibadet ve itaatlerine muhtaçtır. Bunlar olsun ya
da olmasın, O, zatında hamd ve senaya lâyık, eşi, misali,
dengi olmayan bir Allahtır. Sonsuz zenginlik sahibi, her şey
kendisine muhtaç ve o hiçbir şeye muhtaç olmayan Allahın
ihtiyaçtan münezzeh olduğunu böylece tespit ettikten sonra,
kâinatı niçin yarattığı hususuna bakalım.
Kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet, Allahın kendi
manevi cemal ve kemalini, yani ilminin eserlerini,
kudretinin harikalarını, isimlerinin tecellilerini,
zenginliğinin genişliğini, ihsan, şefkat ve merhametinin
yansımalarını, varlık aynalarında bizzat kendisinin müşahede
etmesidir.
Kâinatın yaratılmasının ikinci ciheti Allahın rahmetidir.
Rahman ve Rahim olan Allah, insanları ve diğer canlıları
yokluk karanlığında bırakmayı dileyebilirdi. Ama Onun o
sonsuz rahmeti buna müsaade etmemiş ve bu varlık alemi ve
ondaki bu sonsuz canlı alemler varlık sahasına çıkmışlardır.
Kâinatın yaratılışının üçüncü ciheti ise ahiret alemine
bakmaktadır. Hadis-i Şerifte bildirildiği gibi “Dünya
ahiretin tarlasıdır.” Tarlanın yaratılması mahsulleri
içindir. Bu fani dünyanın mahsulü ebedi ahiret alemleridir.
Bu üçüncü gayede en büyük pay insan nevine ve o nevin
temsilcileri olan peygamberler taifesine ve onların reisi
olan ahir zaman peygamberi, bizim peygamberimiz Hz.
Muhammede (asm.) aittir. Yani alemler Onun için ve onun
tebliğ arkadaşları olan diğer peygamberler için ve bu irşat
ve ikaz kafilesinin izinde giden salih ümmetler için
yaratılmıştır.
0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10