Maddeciler maddenin ezeli olduğunu öne sürüyorlar? Bu iddiaya nasıl cevap verebiliriz?
Prof. Dr. Alaaddin BAŞAR
Maddeciler, maddeye o cansız, şuursuz ve iradesiz varlığa
uluhiyet isnat etmelerinin saçmalığını, kendi iç
âlemlerinde, çok iyi bildiklerinden, oyunlarını bir başka
sahada sergilemeyi tercih ettiler. Maddenin ezelî oluğunu
iddia etmeye başladılar. Bu, maddeye “İlâh” demenin bir
başka şekliydi. Ama bunu bir felsefe olarak ileri sürdüler
ve kendini adatmak isteyen gafillerden, oldukça taraftar da
buldular.
Evrimciler, insanı anne ve babasının yaptığını iddia etmenin
ne kadar saçma olacağını çok iyi bildiklerinden, onun
yaratılışını milyonlarca yıl öncesine götürüp, meseleyi bir
başka hayvandan evrimleşme şeklinde açıklamaya kalkıştıkları
gibi, bunlar da insanı aynı oyunla maziye götürüyor,
maddenin ezeliyetiyle meşgûl ederek ona kendi yaratılışını
unutturuyorlardı. Maddenin bir yardımcı mahlûk olduğu
meydanda iken, onu bir ilâh olarak takdim etmeğe
çalışıyorlardı.
Nur Külliyatından bütün materyalistleri susturan bir hakikat
dersini burada aktarmak isteriz: “Madde dedikleri şey ise;
suret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden
tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır.” Muhakemat
Hudus, bir şeyin sonradan meydana gelmesi, bir başka
ifadeyle, bir şeyin evvelinin olması demektir. Hadis, ise
evveli olan şeye deniliyor.
Maddenin hudusu, yani sonradan var edilmesi muhakkaktır,
çünkü suret değiştiriyor ve hareket ediyor. Bir hareketi bir
başkası takip ediyor. Bu ikinci hareketle, birinci hareket
ortadan kaybolmuş oluyor.
Yukarıdaki hakikat dersinde, maddenin sıfatlarının hâdis
olduğu ortaya konuldu. Hareket hadistir, bir hareketin yok
olması ve yerine bir başkasının gelmesi her iki hareketin de
hadis olduğunu gösteriyor. Buna göre madde bu hadis
sıfatları taşıdığından, kendisinin de hadis olması icap
eder. Zira hadis sıfatlar ancak hâdis olan bir varlıkta
bulunabilir. Bu son hüküm “hudusu muhakkaktır’ ibaresiyle
net biçimde ortaya konulmuş.
Aynı şeyi suret için de söyleyebiliriz. Madde, suret yani
şekil değiştirdiğine göre, önceki şekli de, sonradan
takındığı suret de hâdistir. Hâdis bir sıfatı taşıyanın
kendisi ezelî olamaz, o da hâdistir, sonradan yaratılmıştır,
mahlûktur.
Başta da kısaca değindiğimiz gibi, maddenin ezeli olduğu
iddiası maddecilerin ve materyalistlerin kendi batıl
davalarını ispat edememelerinden doğmuştur.
Bir cam kâseyi düşünelim: “Onun aslı olan cam, kâse halini
nasıl aldı?” sorusuna bir materyalistin verecek cevabı
yoktur.
Bir de camın imâl edilmesi var. Camın aslı kum, kireç ve
soda maddeleri. Bunlar bir işlemden geçerek cam hâlini
alıyorlar. Bu sonucun arkasında bir ilim, bir kudret, bir
irade yatıyor. Yoksa bu maddelerin cam olmaya ne ihtiyaçları
var ki, böyle uzun ve çileli bir yola kendiliklerinden
girsinler. Bu bir terbiye meselesidir.
İşte, şu kâinat sarayı da cansız elementlerle yapıldı. Ama
kâinat ilk noktadan itibaren durmadan yol aldı, büyüdü,
gelişti, yayıldı, değişti. Ve sonunda bu gün gördüğümüz
halini aldı. Bütün bu faydalı ve hikmetli işler cansız
maddelere verilemeyeceğine göre, onları büyüten, değiştiren
ve geliştiren biri var.
Dünün tuğlaları bugün ev olmuşsa, dünün mürekkebi şimdi
kitap olarak karşımıza çıkmışsa, dünün hareketsiz maddeleri
bu gün bir taksi yahut uçak haline gelmişse, biraz düşünmek
ve bu gelişme ve değişmelerin onların yapılmasında
kullanılan maddenin ezeli oluşuyla açıklamak aklen mümkün
değildir. Ama kendini aldatmak isteyenleri böyle bir vehim
doyurabilmektedir.
Varlıkların yaratılması evrimle açıklanabilir mi?
Prof. Dr. Alaaddin BAŞAR
Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ
dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı,
soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı
ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında
durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın isimlerini birer birer
sayalım. Sözlükteki bütün isimleri burada sıralayacak
değiliz. Sadece konuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi
hatırlayalım:
El, ayak, kanat, göz, ince bağırsak, pankreas, pençe, gaga,
tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...
Bu kelimelerle evrim safsatasına bir bıçak atalım, sonra
bunlara yeni kelimeler ekleyelim. Bu gün dünyamızda hayat
süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Her
birinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım
kendimize: bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber
vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi
kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl
inanılabilir?..
Yine mâziye dönüyoruz. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir
saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp,
bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî hâdiseleri bir
bir hayalimizden geçirelim: Sevgi, korku, merak, endişe,
kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık,
şefkât...
Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal
edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı
karakterler, hangi evrimle vücut buldular?
Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün.
İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısıyla. Şu
soruların cevabı nasıl verilecek: Görmeyen kâinattan gören
insanları kim çıkarttı? Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri
(insanları) kim süzdü? Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu
saraya, bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi?
Görmemek nasıl evrim geçirdi de görmek oldu? İşitmemek
işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl inkılâp etti? Can nedir
bilmeyen bu kâinat ağacı, canlı meyveleri nereden elde
etti?.. Akıllara durgunluk veren bu olayları cahil
unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?
Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır
hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen
uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu
sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim: Su,
taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom,
nikel, dağ, ova, sema, samanyolu, cazibe, radyoaktif
dalgalar, elektrik... Ve daha niceleri.
Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret
sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada
bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: “Bu köşkü kim
yaptırdı?’ sorusu değil aklımızdan, hayalimizden dahi
geçmiyor ki; arsa evrim geçirdi de köşk oldu diyelim. O
halde, yokluk üzerine halk ve inşa edilen bu kâinat için, bu
safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de
varlık mı oldu?
Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya
ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya
okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da
beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi
biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne
dünya. O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneşin
tekâmülüne kim müsaade etmiyor?
Bazıları, Darwin’in yaratıcıya inanan bir evrimci olduğunu
iddia ederler. Ben aksini savunacak değilim. Yalnız, şu var
ki, bir evrimci yaratıcıya inanıyorsa, savunduğu teori ile
bu inanç birlikte düşünüldüğünde, ortaya şöyle garip bir
tablo çıkar: “Bu kâinat, bir yaratıcı tarafından güneşi,
ayı, yıldızlarıyla; havası, toprağı, yer altı kaynaklarıyla,
tam tamına canlıların yaşayabilecekleri şekilde yaratılmış.
Sonra, artık o yaratıcı işe karışmamış... Evrimle, isteyen
deve olmuş, isteyen tilki, isteyen maymun olmuş, isteyen
insan, isteyen elma vermiş, isteyen zeytin.
Evrimi, Darvin’den de önce savunan Lamark şöyle diyor:
“Zürafanın atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir
tip idi. Ortamda yeterince ot bulamayınca ağaç yapraklarını
yemeye mecbur kaldı. Alt yapraklar bittikçe daha yükseklere
erişebilmek için çabaladı. Böylece boynu uzadı, nesilden
nesile geçtikçe daha fazla arttı ve bugünkü zürafa ortaya
çıktı.”
Bu iddiayı ciddiye alanlara soralım: Zürafa boynunu uzattı
ki, ağacın yukarı kısmındaki yapraklarını yesin, deniliyor.
İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim
geçirdiler. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa
yavruları mı? İnsanın hizmetine verilen at, bu çevikliğini
otları yakalamak için mi kazanmış dersiniz? Öküz, yükümüzü
taşımak için mi güçlü oldu? Tavuk, elimizden kaçmamak için
mi uçamayacak şekilde evrim geçirdi?
Âlemdeki varlıklar için, “mektubat-ı rabbaniye” tâbiri
kullanılmakta... Yâni, her varlık bir ilâhî terbiyeden
geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve
bir rabbanî mektup olmuş. Bu mektupların mürekkebi: Atomlar.
Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır.
Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiîdir. Ve bir
evrimciye göre; “Mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre
beklemesiyle yazılmışlardır!”
Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır, dedik. Bu atomlar
ilâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten
sonsuz denecek kadar çok yıldız, güneş, gezegen yaratılmış.
Bunların tamamına birden kâinat diyoruz ve onun kendi
kendine var olmayacağını, yahut bir başka kâinatın evrim
geçirmesiyle meydana gelemeyeceğini çok iyi biliyoruz.
Güneş sistemimize bakalım: O da ayrı bir sistemin
evrimleşmesiyle ortaya çıkmış değil.
Bugün her türün ayrı bir genetik yapıya sahip olduğu ispat
edilmiş durumda. Canlılardaki, terbiye fiili, bu genetik
yapı ve bu ilâhî program üzerine cereyan ediyor. O sonsuz
ilim ve kudret sahibi, milyarlarca çekirdeği, yumurtayı,
nutfeyi harika bir terbiyeden geçiriyor. Âdetâ noktalardan
kitapları, damlalardan ummanları çıkarıyor...
Evrim felsefesini dâvâ edinenler bu sonsuz rahmeti ve bu
ilâhî terbiyeyi hiç nazara almazlar ve insanlara şöyle
seslenirler: “Ne bu âlem düşünülmeye değer, ne de kendi
varlığınız! Siz bunları bir tarafa bırakınız! Sadece ve
sadece ilk insanın hangi hayvandan evrimleştiğine kafa
yorunuz!..”
0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10